Özerklik neydi hatırlayan var mı?
Üniversiteler özerktir” diye öğrenmiştik. Ama ‘özerk’ ne demek bilmiyorduk.
Zamanla anlaşıldı. Rektörünü kendisi seçiyor. Kendi senatosu var, kendisiyle ilgili kararlar alabiliyor falan.
Bu özerklik neymiş, nasıl uygulanıyormuş diye sağa sola baktım, birkaç makale okudum. Makalelerden birinde basmakalıp akademik üslubun dışına taşan, “Hiçbir Şeyin Krallığı ve İnsanımsılar” başlıklı bir ‘önsöz’e rastladım.
Hayat dersi gibiydi. Tarihi 2012. Hacettepe Üniversitesi’nden Dr. Bilge Bingöl tarafından yazılmış. Bingöl hukukçu. Şimdiye kadar profesör olmuştur. Birkaç cümlesini aktarayım.
“Hayat denilen şey bir sarkaçtır; o bir sağa bir sola, bir ileri, bir geri; yani aslında 360 derecelik bir alanda yer alan noktaların herhangi birine doğru gidebilir. Gidip tam aksi yönünde geri gelebilir.”
“İnsan denilen ise cıvık bir çamurdur; onu bir şeyler şekillendirir; bazen kare, bazen yuvarlak, bazen üçgen... Suyu çok katarsanız hiçbir şekil almayabilir de; güneşte fazla kalırsa kurur ve şeklini onu kırmadan değiştiremezsiniz.”
Eminim her birinizin gözünün önünde kendi hayat tecrübenizden, memleketin hallerinden sahneler canlanmıştır.
Ardından, “Hiçbir şeyin krallığı’ndan bahsediyor ve onu “Ego kralı” olarak tarif ediyor Bilge Bingöl.
“Bu kral sürekli büyür ve sürekli büyümesine rağmen kendisine bakılmasını yasaklar. Ancak sürekli büyüdüğü için bir süre sonra her yeri hava gibi kaplar ve ona bakılmaması mümkün olamaz.”
“Eleştiri denilen şey ise bir şarkıdır; o her türden insana hitap edebilir de, çoğu insanın nefret ettiği ancak bazılarının çok sevdiği bir tını içerebilir de... İletişime açık olmak öncelikle ‘Hiçbir şeyin Krallığını’ terk etmekten geçer. Sürekli büyüyen egoya karşı çıkışı içerir.”
Makaleden, üniversite özerkliği kavramının tarihsel gelişimine, hangi şartlarda oluşup ne gibi değişikliklere maruz kaldığına dair fikir edindim. Fakat ‘Hiçbir şeyin krallığı’ hakkında bir bahse rastlamadım.
Bizim ilk gittiğimiz üniversiteler özerkti. Rektörünü kendisi seçiyordu.
12 Eylül’de özerklik bozuldu.
Cunta, üniversiteleri tam anlamıyla zapt ü rapt altında tutmak istiyordu.
Bu yüzden YÖK’ü kurdu, rektör seçimini kaldırdı.
4 Rektör adayını YÖK Kenan Evren’e bildiriyor, Kenan Evren de içlerinden birini tayin ediyordu.
12 Eylül’den sonra özerkliği unuttuk.
1992’de rektör seçimi yeniden başladı. Ama özürlü.
Üniversitelerdeki oylamada en çok oy alan 6 aday YÖK’e bildiriliyor. YÖK bunlardan 3’ünü Cumhurbaşkanına sunuyor, Cumhurbaşkanı da birini rektör olarak tayin ediyordu.
Ahmet Necdet Sezer’in az oy alan adayları (Bir defasında 2 oy alan profesörü atamıştı) rektörlüğe atamasını zamanında çok eleştirdik.
Sonra, Abdullah Gül döneminde de 1. Olmayan adaylar atandı.
Onu da, bu defa biz değil, kartel medyası dediğimiz medya eleştirdi.
Şimdi kartel de değişti!
Dr. Bingöl’ün ‘Hayat bir sarkaçtır’ sözüyle bu tutumlar arasında bir irtibat kurulabilir.
“YÖK’ü kaldıracağız” vaadiyle gelen hükümetlerin hiçbirinin YÖK’ü kaldırmaya teşebbüs bile etmemesini de bu sarkaca dahil edebiliriz.
YÖK benim emrimdeyse iyi, başkasının emrindeyse kötü.
Şimdiki Cumhurbaşkanımız Erdoğan da, en çok oyu almayan bir çok adayı rektörlüğe getirdi.
Erdoğan’ın bu tür atamalarının da eleştirildiğini hatırlıyorum.
Fetö’nün 15 Temmuz 2016’daki darbe teşebbüsünden sonra Türkiye’de OHAL rejimi uygulanmaya başlandı.
29 Ekim 2016’da Cumhurbaşkanlığı bir KHK yayınladı. Buna göre YÖK rektörlük için -bir seçim olmaksızın- 3 aday öneriyor, bu üç adaydan birisini Cumhurbaşkanı rektör olarak atıyor.
Adayların 3 yıl profesör olarak görev yapmış olma şartı var.
Fakat bir ara, 9 Temmuz 2018’de, KHK ile 3 yıl profesörlük şartı kaldırılıyor. Üç gün sonra 1 yıllık profesör Cerrahpaşa’ya rektör yapılıyor. Ertesi gün 3 yıl profesörlük şartı yeniden yasaya koyuluyor.
Kişiye özel olduğu çok bariz bir uygulama.
‘Özerklik’ ve ‘demokrasi’ kavramları göz önünde bulundurulduğunda bunlar birer ‘geri gidiş.’
Prof. Dr. Melih Bulu’nun ataması da seçimsiz bir atama.
Bulu, “Bir ara CHP’ye de girdim” diyor ama, son siyasi hamlelerini AK Parti’de yapmış. Milletvekili adayı bile olmuş.
Boğaziçi öğrencileri atamadan memnun değil. Öğretim üyeleri de arkasını dönüyor.
Atamalar bir seçime istinaden yapılsa tartışmalar, zıtlaşmalar bu kadar ayyuka çıkar mıydı?
Çıkmazdı her halde.
Bu itirazları bir ‘eleştiri’ olarak okuyan var mıdır?
Ya da, akademik özgürlük alanında ileri bir adım atmak için bir vesile olarak değerlendirilebileceğini düşünen? Mesela, bir reformun konusu olarak.
Yoksa sarkaç hep tek yöne mi gidecek?