Sanatı sevmiyoruz
Biz millet olarak sanatı sevmiyoruz.
Bu bir genelleme. İstisnaları var mutlaka. Ama durumumuz bu.
Burada, şiirden, romandan, öyküden, müzikten, tiyatrodan, sinemadan bahsetmediğimi, daha çok resim, hat, heykel gibi plastik sanatları kast ettiğimi belirteyim.
Hoş, şiirle, edebiyatla da ne kadar ilgili olduğumuz tartışmaya açık.
Nüfusun geneli dikkate alındığında oralarda da çok zayıfız.
Müzeyi de sevmiyoruz. Müzeye gitmiyoruz.
Ama birisinin bizde sanatın çok önemli olduğunu, tarihte çok iyi sanatkarlar yetiştirdiğimizi anlatmasını seviyoruz.
Yani sevdiğimiz şey, işin gaz ve balon kısmı.
Rahatlıkla söyleyebilirim. (Bu rahatlık kelimesi aynı zamanda bir rahatsızlığı da ifade eder.) Devletimiz de sanatı sevmiyor.
Betonu seviyor. Asfaltı, demiri çeliği ve parayı seviyor. Ama sanatı sevmiyor.
Aynı rahatsızlıkla şunu da söyleyebilirim.
Devletin adı Kültür Bakanı olan bir bakanlığı var ama, devlet, kültürü de sevmiyor. Anlamıyor kültürden.
Bugün kültür bakanımızın olmadığını söylemek mübalağa sayılmaz. Kültür ve Turizm bakanımız turizmden anlıyor, işin erbabı. Ama kültürle ciddi bir alışverişi olmamış.
Zenginlerimiz de sanatı sevmiyor. Ya da uzaktan seviyor.
Zenginler arasında belki tek tük evine güzel bir iki tablo asanlar, müzayedelere katılıp bir iki eser alanlar var. Ama tek tük.
Zenginlerimiz, duvar takviminin yaprağını çerçeveletip duvara asmaya daha yatkınlar.
Halbuki, zengin adam. Memlekette sanatın, kültürün neşvü nema bulması için sarf edecek parası var.
Ne olur bir kısmını bu işlere ayırsalar. Böylece sanat, kültür, ilim, bir iltifata mazhar olsa.
Ama yok.
Bunları nereden çıkarıyorum?
Evvela kendi gözlemlerimden, kendi tecrübemden.
Tamam, ben iyi kötü kültürle sanatla alışverişi olan bir muhitteyim.
Ara sıra resim sergisine, hat sergisine, müzeye giden insanlarla hemhalim.
Ama içinde bulunduğum halkadan dışarı çıktığımda kimse yok.
Bu eksiklikler, millet olarak toplam kalitemizle çok ilgili.
Ne kadar varsa sanatın, kültürün, sen de o kadar varsın.
Gözlemlerim afaki olabilir. Doğruluğu sınanmamış genellemeler olarak görülebilir.
Ama bunları söylerken sadece kendi gözlemlerime dayanmıyorum. İşin erbabına da kulak veriyorum.
Kim işin erbabı?
Benim tanıdığım, zaman zaman sanatla, kültürle ilgili sohbetlerinde bulunduğum biri var.
Muhabbetli adamdır. Oldukça da mütevazıdır.
Mehmet Çebi, İstanbul Sanat ve Medeniyet Vakfı Başkanı. Çekirdekten yetişme bir koleksiyoner.
İşe üniversite yıllarında Sahaflar’da ve Çınaraltı’nda vakit geçirirken başlamış.
Sonradan, koleksiyonerliği meslek edinmiş.
Türkiye’de, özellikle hat sanatının gelişmesinde büyük katkısı olmuş.
Hem genel olarak hat eserlerinin hem de Peygamberimiz’in fiziki özelliklerinin sözlü anlatımını içeren Hilye-i Şerif’lerin rağbet görmesi için büyük çaba sarf etmiş ve bunda muvaffak olmuş.
Vakıf olarak Hilye-i Şerif ve Tesbih Müzesi ile Üsküdar’daki İstanbul Resimleri Müzesi’ni açmışlar.
Dün eski bir röportajını seyrettim. İki sene önce, Fatih Altaylı’yla Teke Tek’te konuşmuş.
Diyor ki, “80 milyon nüfusumuz var 40 tane koleksiyoncu sayamayız. 2 milyon kişiye bir koleksiyoncu düşmüyor.”
“Sanat eleştirmeni yok. Teorik olarak hat sanatıyla ilgili kaç kitap hatırlıyorsunuz?”
“Osmanlı ve Cumhuriyet döneminde hat sanatıyla ilgili biyografileri de dahil ediyorum. Basılı kitaplar yüz tane var mıdır?”
“Peki Picasso ile ilgili kaç kitap yazılmış? 12 bin tane.”
12 bin kitabın yanında yüz kitap, hiç sayılır.
Çebi’nin bir hayali de İstanbul’da büyük bir müze kurmak.
Kapalı alanı 250 bin metrekare olan bir müze projesini yıllardır bize de ricali devlete de anlatıyor.
Muhteşem bir proje.
Bu kadar geniş bir alanı layıkıyla dolduracak eser var mı Türkiye’de?
İlber Ortaylı söylemişti, sadece Topkapı Sarayının depolarında eğer muhafaza edilmezse çürümeye aday 80 bin eser varmış. Gerisini siz hesap edin.
Çebi, bu yıl Cumhurbaşkanlığı Kültür ve Sanat Büyük Ödülleri’ne layık görüldü.
Tabii ki isabet olmuş.
Fakat... Düşünüyorum da...
Ciddi, gerçek bir adım atılsa ve Çebi’nin Müze projesi hayata geçse, hem Çebi için, hem de Türkiye için gerçek bir ödül olur.