Şizofren laiklik
Telefondaki ses: “Ben Kur’an hizmetkarı falan oğlu filan.”
Sübhanallah! Ne büyük bir paye!
Bir Kur’an hizmetkarı kendisini böyle takdim eder mi?
Yadırgadım ama konuşmasına müsaade ettim.
Bir dernek ismi söyledi, geçmiş zaman, unuttum. Kur’an-ı Kerim dağıtıyorlarmış. Bunun için bağış topluyorlarmış. Kur’an-ı Kerim’in tanesi şu kadar liraymış. Ben kaç tane Kur’an-ı Kerim bağışı yapmak istiyormuşum.
Kur’an dağıtınca Kur’an’a hizmet etmiş olur muyum?
Emin değilim. Ayrıca Kur’an-ı Kerim’i kendim de bir aracı olmaksızın birine hediye edebilirim. Yine de felsefe yapmak istemedi canım.
“Kur’an-ı Kerim bağışı yapmak istemiyorum” dedim.
Yapışkan bir tipti, üsteledi.
“Siz Kur’an’a hizmet etmek istemiyor musunuz?”
“Kardeşim” dedim, “Kur’an’a hizmet etmek istiyorum da, sana hizmet etmek istemiyorum.”
Bir başka telefon hatırası.
Birisi arıyor. “Filan mevzuda bir milyon salavat-ı şerife topluyoruz. Siz kaç tane vaad ediyorsunuz?”
Hoppalaa!
“Getireceğim salavatı sana saydırmak istemiyorum kardeşim” dedim, kapattım telefonu.
Sonradan öğrendim, adam beni patrona da şikayet etmiş.
Tuhaf tuhaf hareketler.
Böyle durumlarda Hakan Albayrak’ın dizeleri aklıma gelir hep.
“Alo Hazret-i Ali?/(Değilmiş) O zaman niye arıyorsun kardeşim.”
Bir düşündüm de, ne kadar çok insan dine, Kur’an’a, Sünnet’e hizmetkar payesiyle ortalıkta dolaşıp duruyor.
Cemiyetler, dernekler, platformlar, mektepler, kurslar, imamlar, vaizler, şeyhler, müritler...
Geçen gün sosyal medyada rastladım.
Bir arkadaşımız saymış. Kendisiyle tanışmadık. Milli Gazete’de yazıyor. Adı Abdülaziz Kıranşal.
Türkiye’de 106 İlahiyat Fakültesi varmış.
Ve bu fakültelerde okuyan 314 bin İlahiyat talebesi. 10 bin civarında da İlahiyat akademisyeni.
Ortalama bir ‘büyükşehir’ nüfusu kadar neredeyse.
28 Şubat günlerinde İlahiyat kontenjanlarının düşürülmesinden şikayetçiydik. Güzelce açılmış kontenjanlar.
İmam-Hatip liselerinin durumu da sayısal açıdan eskisine göre çok iyi.
1607 İmam-Hatip lisemiz varmış. 44 bin İmam-Hatip öğretmenimiz.
504 bin İmam-Hatip öğrencimiz.
Bitmedi, 150 bin din görevlimiz.
Toplayınca bir milyonu buluyor.
Hele yukarıda andığım dernekleri, cemiyetleri de ilave edince büyük yekun oluşturuyor.
Rakamları bir arada görünce heyecanlandım.
Düşünsenize, milyonlarca ‘Kur’an hizmetkarı.’
Yedi kat yabancıya anlatmalarına bile lüzum yok. Sadece eşlerine, çocuklarına, ana-babalarına anlatsalar kul hakkını, helal lokmayı, adaleti, merhameti, iyiliği, kula kul olmamayı...
Bana öyle geliyor ki memleket bir günde değişir.
Peki neden, bunların sayıları arttıkça Kur’an-ı Kerim’in toplum üzerindeki etkisi azalıyor?
Kötülükler, üç kağıtçılıklar, yalan-dolan, fitne-fesat, yolsuzluk, haksızlık boyuna artıyor?
Başka bir şey mi anlatıyorlar insanlara?
Başka bir şey mi yaşıyorlar?
Kıranşal sorgulamış ve ‘tebliğ ettiğimiz şeyi temsil etmediğimiz’ sonucuna varmış. Doğrudur. Bu, çıkarılabilecek sonuçlardan biridir.
Ancak ikinci bir analiz yapılabilir. Üstelik, bu ikinci analiz mesuliyeti tek bir camiaya yıkmanın sakıncasına da mani olur. Şöyle ki:
Sanki insanlar, yani bizler, yeni, alışılmışın dışında, bireyin ruh dünyasını tam ortasından ikiye bölen bir ‘laiklik’ türü keşf ettik.
İki kimlik geliştirdik.
Bu kimliklerden birinin dinle, Kur’an-ı Kerim’le, ibadetle meşgul olmasına izin verdik.
İkinci kimliğimizi dünyevi işlere tahsis ettik.
Dünyevi işler alanında ikinci kimliğimize tam bir istiklal verdik.
Ne istiyorsa yiyebilir, içebilir. Kul hakkı, rüşvet, irtikap, haksızlık, hukuksuzluk, hepsi serbest.
Kimliğimizin dinle irtibatlandırdığımız tarafı son derece müsamahakar, dünyevi hiç bir işimize karışmıyor.
Hatta bazen, “Sen yemesen başkası yiyecek” diye bizi teşvik ediyor.
Dünyevi tarafımız da kötülüğü irtikap ederken dinle irtibatlı olan tarafımızı hiç muhatap almıyor.
Böylece kendimizle gül gibi geçinip gidiyoruz.
Biliyorum, bu bir tür kişilik parçalanması, yani şizofreni.
Ama maalesef böyleyiz işte!