Tasavvufun tam zıddı
Türbenin kapısı kilitli, ancak etrafı açık. İsteyen girer, çıkar.
Ama türbenin kapısından değil, türbenin etrafındaki girişe müsait sütunların arasından.
Bir şey demezsin. Kimseyi girdi diye tedip etmezsin. Hayat devam eder.
Ancak kapı kilitlidir.
Tarikatları kapatma kanunu da, bu kilitli kapı gibidir.
Lüzumu halinde kullanılır.
Türbeye girmek için değil. Girip-çıkanlar içinde girmesini çıkmasını sakıncalı gördüğün biri varsa onu tedip etmek için.
Girmek yasak, görmüyor musun kilidi?
Ama etrafı açık?
Ama görmüyor musun? Kapısı kilitli!
(Bu metaforu daha önce İsmet Özel’in devletin yasakları uygulama yöntemini anlatırken kullandığını belirtmek hakkaniyet gereğidir.)
Devlet kanunla kapattı ama, ülkede kuvvetli bir tarikat geleneği var.
İnsanlar, ya da insanların bir kısmı, tasavvufi bir irtibatı olmadığı zaman kendisini güvende hissetmiyor.
Güvenlik, malum, sadece can ve mal güvenliğiyle sınırlı değildir.
İnsan, kafasının da güvende olmasını ister.
Veya kalbinin.
Dergah, bir güvenlik alanı sağlıyor.
Devletin sokağın asayişini sağlamak için yapabileceği bir çok şey vardır. Ancak, ahiretin asayişi konusunda elinden bir şey gelmez.
Dinle arasına mesafe koymaya çalışan bir devlet, içinde ahireti tanzim etme arzusu olsa bile, bu konuda insanlara itimat telkin edemez.
İnsanlar, ihtiyaç duydukları metaı, satışı yasaksa bile, bir yolunu bulup satın alırlar.
Hakikisini bulamazlarsa çakmasını alırlar.
Tabii ki, alınıp verilmesi yasak olan bir şey faturalandırılamaz.
Faturalandırılmayınca kayıt dışı olur.
Denetleyemezsiniz. Vergisini de tahsil edemezsiniz.
Gayrıresmi ‘pazar’, -eskiden sınır şehirlerinde kurulan kaçakçı pazarları gibi- kurallarını kendisi oluşturur. Fazla müdahale edemezsiniz.
Tezgah zabıta marifetiyle dağıtılsa bile ertesi gün yeniden kurulur.
Kanunla kapatılmasına rağmen, varlığını bu şartlarda sürdürdü tarikatlar ve cemaatler.
Piyasa tabirleri kullanmam yadırganabilir.
Nezihtir ve seçkindir tasavvufla ilgili alanlar. En azından öyle olması umulur.
Ben, piyasaya kıyas etmeye çalıştım. Bunu, bir anlatım kolaylığı olarak kullandım.
Nezih ve seçkin demiştim.
Birisinden ‘ehl-i tarik’ diye söz edildi mi, o insanın çok güzel meziyetleri olduğunu düşünürdünüz.
Benim çocukluk ve ilk gençlik yıllarımdaki izlenimim böyleydi.
Sık karşılaşmazdık.
Karşılaştığımız zaman, bir zarafet görürdük, bir tevazu görürdük.
Başkalarının kusuruyla meşgul olmazlar. Noksanı kendilerinde görmeyi tercih ederler.
Son derece edepli. Karışınızda yayılarak oturmazlar. Hep derli toplu.
Taşkınlık yok. Gürültüsüz, sakin.
Pazarlama, propaganda gibi şeylerin yanından bile geçmezler.
Anlatabilirlerse, eğer siz anlamaya yatkınsanız, laf ile değil, hal ile anlatırlar.
Belki bu yüzden, ‘ehl-i hal’ de derler onlara.
Hallerine gıpta edersiniz.
Sanki başka insanların bilmediği bir sırra vakıftırlar.
Yoktur öyle bir iddiaları, ama siz öyle hissedersiniz.
Belki öyle baktığım için, öyle gördüm.
Sonraları değişti.
Bilhassa 70’lerin sonlarından itibaren sanki başka bir şeye inkılap etti.
Bir gürültü başladı. Her yerde, her zaman reklam, propaganda, tezahürat.
Kurtulmak isteyenler buradadır. Gerisi dalalettedir.
Yazık, başkalarına!
Bizim şeyh, bizim ihvanımız, biz ne diyorsak o.
İnsanın içine doğru derinleşen değil, dışına doğru sivrileşen bir gösteri dünyası.
‘Tasavvuf’ kelimesinin çağrıştırdığı ne varsa onun tam tersi.
Bu değişikliğin bütün zemini istila ettiğini söylemek insaf ölçülerini zorlar.
Ben, değişmemiş olan kısmının mevcudiyetini sessizce devam ettirdiğini ümit ediyorum.
Söz yine uzadı. Tarikat ve cemaatlerin devletle ilişkisi müteakip yazıya kaldı.