Yanlışa kim yanlış diyecek?
Cumhurbaşkanı Erdoğan ‘başkanlık sistemi’nin konuşulmasından, tartışılmasından hoşlanıyordu. Bunu söylüyordu da.
Bir müddet tartıştı insanlar. En çok da rahmetli Burhan Kuzu emek verdi.
Muarızları ülkenin tek adam rejimine sürüklenebileceğini söylerken Burhan Kuzu başkanlık sisteminde de denge ve denetleme mekanizmalarının bulunduğunu savundu durdu.
Sadece Burhan Hoca değil, başka partililer de tek adam rejimi endişelerine makul veya gayrı makul cevaplar buluyordu.
İyi örnek olarak Amerikan sistemi masaya sürülüyordu. Başkan, ne bakan, ne üst düzey memur atayabiliyordu senatonun onayı olmadan.
Biz de, Ankara’ya atanan büyükelçilerin önce adını duyuyorduk, sonra bekliyorduk, senato onaylasın diye.
Yani, hiç tartışılmamış sayılmaz Türkiye’de başkanlık sistemi.
Fakat o tartışmaların tamamı boşa gitti.
Bizdeki Cumhurbaşkanlığı hükümet sisteminin oluşumuna her hangi bir faydası olmadı.
Cumhurbaşkanı Erdoğan, -MHP lideri Bahçeli’nin de desteğiyle- mümkün olan en fazla yetkiyi elinde toplayabileceği bir zamanda Cumhurbaşkanlığı hükümet sistemini devreye soktu.
Sistem, kısa sürede, doğru dürüst müzakere edilmeden kotarıldı. AK Parti ve MHP heyetleri 2016’nın sonuna doğru sadece 1 ay süren bir müzakerenin sonunda Cumhurbaşkanlığı hükümet sistemini hazırladılar. Birkaç ay sonra da referanduma sundular.
Bir siyasi liderin, Erdoğan’ın, kişisel öyküsü açısından bu başarı sayılabilir.
Yetki istiyordu. ‘Çift başlılık’a son vermek istiyordu. Her işi kendisi yapmak, kendisi bilmek, kendisi onaylamak, talimatını kendisi vermek, kendisi karar almak ve her işten haberdar olmak istiyordu.
İstediği kimseyi hiçbir mercie izahta bulunma gereği duymaksızın atayabilmek ve görevden alabilmek istiyordu.
Bunu başardı.
Atadığı büyükelçinin bile Senato tarafından onaylanmasını beklemek zorunda olan Amerikan başkanlarına karşılık, hiç sınırlanmamış bir yetkiyle sayısız atama yaptı.
(Bilhassa Cuma’yı Cumartesi’ye bağlayan gecelerde Resmi Gazete’ye bakmadan uyuyamayan bir zümre oluştu. Hele de Merkez Bankası Başkanı Ağbal’ın görevden alındığı Cuma gecesi kararnamesinden sonra. Boğaziçi Üniversitesi Rektörü Melih Bulu’nun Resmi Gazete’yi iyi takip etmemesi sebebiyle düştüğü trajik durumu da hatırlayalım.)
Ancak bu başarı, bugünün verileriyle konuşursak, bir başarısızlığın zeminini oluşturdu.
Sistem oturmuyor.
Cumhurbaşkanlığı kararnamelerini düzeltme kararnameleri göstergelerden sadece biri.
Bir ara (2020) düzeltme kararnamelerinin sayısı asıl kararname sayısını 31’e 24 geçmişti.
Reklam ve propaganda faslında ülkemizin koalisyonlardan kurtulacağı söyleniyordu.
Olmadı. Protokolsüz bir koalisyon çeşidi geliştirdik, onu uyguluyoruz.
Ekonomide de uçamadık.
Aslında karar alma süreçleri gerçekten kısalmıştı. Zaman zaman sistem oldukça hızlı ve doğru kararlar aldı.
Fakat, yanlış karar alma süreçleri de hızlandı.
Sistemin içinde denge ve denetleme mekanizmaları yok.
Olancası da çalıştırılmıyor.
Sistem, yanlışın yanlış olduğunu söyleme ihtimali olanları tasfiye ediyor.
Şu anda, sistemin içinde yanlışın yanlış olduğunu bilenler yok mu?
Var.
Aslında, görevleri gereği söylemeleri de gerekir.
Fakat niye söylesinler?
Cumhurbaşkanı Erdoğan’a her hangi bir şey söyleme fırsatı bulanlar, neden bir şeyin yanlış olduğunu, yanlış gittiğini söyleyip onu rahatsız etsinler?
Başka bir güzel söz bul, onu söyle.
Ahirette işine yaramaz ama bu dünyada belki bir gün işine yarar.
Bu yüzden hep güzel sözler söylüyorlar.
Fakat, bir şeyin ‘bu dünyada’ işe yarayacağını fark ettiklerinde gereğini yapıyorlar.
Mesela, Merkez Bankası Başkanı Ağbal’ın görevden alınacağını önceden haber alanlar -ertesi gün dövizin fırlayacağını öngörerek- gereğini yapmış.
Kimisi de eşine dostuna gereğini yapmalarını tavsiye etmiş.
Gereği?
Herhalde kararnameden önce döviz satın almak.
Ağbal görevden alınınca dövizin fırlayacağını ahbaplarına değil, Cumhurbaşkanı Erdoğan’a söylemeleri görev tanımlarına daha uygun düşmez miydi?
Bu sadece bir misal.
Sorun ne?
Sistemin içinde yanlışın yanlış olduğunu söyleyecek kimse yok.
Söylemenin işe yarayıp yaramayacağı ikinci bir mesele.