Gurbet hikâyeleri
Yanıma usulca sokulan adamın sesiyle irkildim.
"Merhaba!"
Tuhaflık bu ya Malta dilinde de Merhaba kelimesi mevcut ve hoşgeldin anlamına geliyor. Acaba kafa dinlemek için oturduğum parkın görevlilerinden biri beni "hoşgeldiniz" diye mi selamlıyor diye düşündüm.
"Türksünüz değil mi?"
Suskunluk anında biri gelip size bu soruyu soruyorsa, konuşmanızın fonetiğinden, kelimelerin kulaklarına aşina olmasından değil, belli ki bambaşka bir sebepten ötürü soruyordur. Hangi halden ötürü bu çıkarımda bulunduğu hususu alakamı celb etti.
Gülümseyerek sordum: "Evet Türk'üm. Nasıl anladınız?"
"Çekirdek yiyordunuz."
Çekirdek yediğim doğruydu. Çekirdek çöplerini sol avucuma toplayıp, kabukların avuç içime batması dayanılmaz bir hal alınca, hemen yanımda duran poşete atıyordum. Bütün dikkatim her ne kadar çekirdek kabukları yüzde yüz çevrede dönüşecek olsa da kötü bir intiba bırakmamak adına, hele ki böyle bir davranışın ait olduğum toplumla ilişkilendirilip, toplumun diğer mensuplarının sırtında bir önyargı kamburuna dönüşmemesi adına titizleniyordum.
"Ha! Evet..." deyiverdim.
"Siz? Siz burada mı yaşıyorsunuz yoksa iş icabı mı buradasınız?"
"İş icabı geldik, buralarda kaldık. Sonra aile, çoluk cocuk derken kazık çaktık buralara."
"Maaşallah ne güzel."
"Çok şükür" diye kısa ama derin bir cevap verdi.
Bu cevaplarda, şu karşımdaki minnet dolu adamın ses tonunda, gözleriyle koca bir mazisini kolaçan etmesinde çok daha fazlası vardı.
Sohbeti devam ettirmeyi adab-ı muaşeretin bir gereği sayıp, sordum:
"Eee üstad. Bendeniz de buralarda yeniyim. Alışmaya çalışıyoruz. Sizin nasıl geçti yıllarınız? Neler tavsiye edersiniz bizlere?"
Boğazını temizlemek maksadıyla adem elmasını bir mermiyi namluya sürer gibi yukarı doğru hareket ettirdi. Birazdan başlayacak konuşmanın vuruculuğunun bir işaret fişeğiydi bu küçük ayrıntı.
"En çok dili öğrenmede zorlandım. Dil öğrenmek kolay değil, anlaması başka, konuşması başka, okuması başka, yazması başka, dinlemesi bambaşka..."
"Vallahi doğru! Okumadaki maharetim yazmada, yazmadaki akıcılığım konuşmamda yok. Hele ki dinleme! Bazen sadece bir uğultu işittiğimi düşünüyorum. Etrafımda arıların vızıldadığı bir kovan, onların dillerini anlamaktan biçare ben."
"Hatırlıyorum, bir keresinde bir benzin istasyonunda biri, sanırım o da buralı değil ama ecnebi tabiatıyla bizlerden daha yakın bura insanına, bana şöyle okkalı bir şeyler mırıldandı. "
"Neden ya hu? Durduk yere mi?"
"Yok yok! Haksızlık etmeyeyim durduk yere değil, sıramı gasp ettiği hususunda kendisini ikaz ettiğim için!"
"Vay terbiyesiz, nobran herif!"
"Adamın ne dediğini vallahi anlamadım. Ama gözleriyle beni şöyle bir süzüşü, bütün bir kelimelerinin ağzının kenarından, dudaklarını kanırtırcasına çıkması sinkaflı bir şeyler söylediğini düşündürdü. Bastı gitti herifçi oğlu. Ne dediğini anlamadım ama bir ritm tutar gibi aynı kelimeleri tekrar tekrar söyleyerek zihnime kazıdım. Birkaç yıl sonra artık konuşma ve yazı arasındaki ilişkiyi kafamda netleştirince herifçi oğlunun ne dediğini anladım. "
"Ne demiş peki?"
"Rahmetli anama sövmüş"
"Terbiyesiz!"
"Hiç unutmuyorum. Sözlerini tekrar ede ede zihnime kazıdım. O cümlenin ritmini zihnime kazıdım. Bir umut, muhtemelen kötü bir şey dememiştir, diye umut ettim. Yıllarca kaldı içimde. Yıllar sonra ne dediğini anladım."
"Ne hisettiniz?"
"Sadece üzüldüm."
"E üzülmekte haklısınız."
"Hayır hayır, kendim için değil. O gün yaşlıca olan adamın nasıl olur da hiç tanımadığı bir insana böyle sinkaflı sözler edecek kadar ruhunu karattığına şaşırdım. Yani.... Ömrü takdir cenab-ı hakk'ın tasarrufunda ama yaşını kantara vurunca diyorsun ki pek çok istasyonu geçmiş, gülmüş eğlemiş, görmüş geçirmiş. Biyolojik hayatının son demlerinde bir insan evladı hala bu kadar öfke dolu, bu kadar kaba olabilir mi? Hiç tanımadığı bir insanın, tanımasına ihtimal olmadığı annesine dahi sövebilir mi? Bu ruh karanlığı beni korkuttu. "
"E sonra ne oldu"
"O karanlık beni korkuttu. Girdap gibi o öfkenin beni içine çekmesinden korktum. İzin vermedim. Yüreğimi o adamı affederek, hatta sağsa da fani hayatını tamamlayıp göçtüyse de affını dileyerek, dilemeye devam ederek hafiflettim"
Şaşırmıştım.
Allah'ın geniş arzında, küçük bir ülkenin küçük bir bahçesinde biri gelip sizi buluyor ve darlanan gönlünüze sözleriyle inşirah veriyordu. Affetmekten, kendisini örseleyen bir yabancının iyiliğini yıllar sonra olsa bile dilemekten dem vuruyordu.
Öyle kısa, ama öyle derin konuştuk ki, beni kanatlandırıp geçmişine götüren bu beyefendinin adını sormak nihayet bir zaman sonra aklıma gelebildi. O esnada kolunu hafifçe kaldırıp saatine baktı.
"Oh vakit de epey geçmiş. Ben müsadenizi istesem?"
Teşekkür edip, adını sormak için davranacaktım ki...
Bu gündüz düşünden çocukların "Baba!" sesleriyle uyandım.