Dini İstismar ve Din Ticareti

Mustafa Öztürk

Tüm milletimizin geçmiş Kurban bayramını tebrik ediyor, Cenab-ı Hak’tan milletimize ve bütün İslâm âlemine güzel günler göstermesini diliyorum. Otuz yıllık kadrolu Chron imtihanım -hamdolsun, şükrolsun- bayram öncesinde yeni bir ileus atağı yaptığından, bu satırları Giresun Ada Hastanesi Genel Cerrahi servisinden yazıyorum. Bu yazıda dini istismar ve din tacirliği meselesine değinmek istiyorum. Din toplumsal dokunun hem en temel yapı taşlarından hem de en büyük zaaf unsurlarından birisidir. Daha açık ve spesifik düzeyde söylersek, İslam farklı etnik kökenler, diller ve renklere sahip sayısız insanı ortak inançlar ve büyük amaçlar etrafında toplayıp birbirine kaynaştırma özelliğini haiz bir ulvî değer olmanın yanında küçük hesaplar, amaçlar ve çıkarlar uğruna sınırsız istismar ve ticarete de konu olan bitmez tükenmez bir sembolik sermayedir.

İslam tarihindeki din istismarının ilk örneklerinden biri Sıffîn Savaşı’nda meydana gelen meşhur hadisedir. Bu savaşta Hz. Ali’nin ordusunun galibiyeti ilan edeceği sırada Muaviye’nin kurnaz danışmanı Amr b. el-Âs iki taraf arasındaki ihtilafı Kur’an’ın hakemliğine başvurarak çözme yönünde bir teklif gündeme getirmiş, ardından Muaviye kendi askerlerine Mushaf sayfalarını mızrakların ucuna takıp karşı tarafı Kur’an’ın hükmüne çağırmalarını emretmiştir. İslam tarihinde genel olarak din, özel olarak Kur’an istismarının gelenek haline gelmesinde bu meşhur hadisenin çok önemli rol oynadığı kesindir. Nitekim İslâmî kaynaklarda Hâvâric diye anılan ve zihniyet itibariyle günümüze kadar varlığını koruyan şiddet temelli dini istismar olgusu da yine Sıffîn Savaşı ve hakem olayını müteakiben zuhur etmiştir. İlk Haricî grupların büyük günah işleyen kimsenin imandan çıktığı, hatta Hâricî olmayan herkesin kâfir olduğu yönündeki iddiaları “Hüküm sadece Allah’a aittir” mealindeki ayetle temellendirmenin Kur’an’ı istismardan başka bir anlam taşımadığını bilmeyecek kadar cahil olduklarını düşünmek pek mümkün değildir.

Dinin doğal ve özgün yapısını bozarak onu sentetik hale getiren istismar olgusunun İslam tarihindeki en meşhur örnekleri hilafet ve imamet meselesiyle ilgilidir. Bu meselenin görünürdeki siyasi orijini Hz. Peygamber’in vefatını müteakiben ortaya çıkan liderlik meselesi ve tarihsel süreçte bu meselenin Şia ile Ehl-i Sünnet arasında kan davasına dönüşmesidir. Şia ilâhî hak ve ilâhî tayin iddiasından hareketle imamet meselesini inanç alanına dâhil etmekle istismarın ilk büyük adımını atarken, birçok Sünnî kelamcı da Hz. Ali’nin hilafet hakkının gasp edildiği yönündeki Şiî iddia ve itirazlara mukabelede bulunmak üzere aynı konuyu kelam kitaplarının son kısmına eklemiş ve bu bağlamda Hz. Ebû Bekr’in hilafetini ayetlerle gerekçelendirme cihetine gitmiştir.

Hemen tamamı polemik diliyle kaleme alınan kelam literatürü sınırlı sayıdaki nassı azami nispette semerelendirme, diğer bir ifadeyle, muhtelif itikadi, siyasi ve ideolojik kabulleri naslarla gerekçelendirme gayretinin ürünü olarak değerlendirilebilir. Bu çerçevede istismar bir dinî grubun kutsal metin üzerinden kendini meşru ilan etmesi şeklinde yapılabileceği gibi başka grupların dinî anlayış ve kavrayış tarzlarını gayr-ı meşru ilan etmek suretiyle de yapılabilir. İslam düşünce tarihinde dini istismar olgusunun bu iki varyantına dair sayısız örnek zikredilebilir. Çok boyutlu din istismarının en taze örneği ise Gülen ve FETÖ tecrübesidir. Meşhur filozof Kindî bu tür din istismarcıları hakkında, “Amaçları başları tutmak, makam ve mevkilere el koymak ve din tacirliği yapmaktır. Bunlar dinden yoksundur; zira bir şeyin ticaretini yapan onu satar, sattığı ise artık kendisinin değildir” demiştir ki malum “yanmaz kefen”, “güllü yasin” gibi iğrençlikler de din tacirliğinin işporta düzeyi olsa gerektir.

Bir kişinin gerek kendi konumunu gerekse kişi veya grup çıkarına dayalı iddialarını doğrudan doğruya kutsal kaynağa refere etme çabası dini istismar formlarının en yaygın tarzıdır. Bu tür istismarın ilk ve en sapkın örneklerine Gulât ve Gâliyye gibi sıfatlarla anılan aşırı Şiî fırkalarda rastlanır. Muğîriyye fırkasının lideri Mugîre b. Saîd el-İclî’nin kendini peygamber ilan etmesi, Beyâniyye fırkasının lideri Beyân b. Sem’ân’ın, “Bu insanlara bir beyân, müttakilere de yol gösterici ve öğüttür” (Âl-i İmrân 3/138) mealindeki Kur’an ifadesini kendi şahsına atfetmesi, Karmatiyye fırkasının Muhammed b. İsmâil’in nübüvvetini ileri sürmesi Gulât-ı Şia’nın dini istismar şekillerinden sadece birkaçıdır. Bu tür istismarlara son dönem İslam dünyasında ortaya çıkan Kâdıyânîlik, Bâbîlik, Bahâîlik, Dürzîlik gibi heretik fırkalarda, hatta Sünnî İslam dünyasında geniş taraftar kitlesine sahip olan bazı dinî gruplarda da rastlanır. Öte yandan, din ve dindarları toplumun tamamı veya bir kısmı için çok ciddi bir tehdit gibi göstermek ya da din ve dindarları seküler çevrelerce benimsenen hayat tarzını hedef alan büyük bir tehlike olarak takdim etmek suretiyle toplumsal paranoya oluşturmak da din istismarının apayrı bir boyutudur. Yakın geçmişte tanık olduğumuz 28 Şubat darbesi, irtica söylemleri ve Cumhuriyet mitingleri gibi hadiseler bu istismar türünün dramatik örnekleri arasındadır.

Yorum Yap
UYARI: Hakaret, küfür, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. (!) işaretine tıklayarak yorumla ilgili şikayetinizi editöre bildirebilirsiniz.
Yorumlar (19)
Yükleniyor ...
Yükleme hatalı.