Kitap delileri
Yıllar evvel Beşir Ayvazoğlu yazmıştı. Kitapseverler çeşit çeşitmiş. Muhibbân-ı kütüb, “tetebbu ve tahassus”, yâni incelemek ve ihtisas sâhibi olmak için kitap edinirlermiş. Mecânîn-i kütüb ise sâdece toplar ve sâhip olmanın hazzını yaşarlarmış. Kitap deliliği, çok ileri noktalara varabilen bir hastalıkmış. Astre adında bir kont, okuma yazma bilmediği hâlde elli iki bin beş yüz kitap toplamış. Don Vensant adında bir kitap delisi ise çok istediği bir kitabı mezatta alamadığı için arkadaşını çekip vurmuş.
Bugün kitap delisi üç insanı anlatacağım.
“CESEDİMİ ÇİĞNERSİNİZ”
1862 senesinde, Kalkandelen'de doğan Sabri Bey, Babası Mustafa Rûhî Efendi’nin saraya dâvet edilmesi sebebiyle İstanbul'a geldi. Eğitimini tamamlamasının ardından, 1 Mart 1888'de Yıldız Kütüphânesi’ne memur tâyin edildi. Meşrûtiyet’in îlânından sonra müdür, yâni hâfız-ı kütüb oldu. Sabri Bey’in, pâdişâha bile makbûz karşılığı kitap verecek kadar titiz olduğu riyâyet edilir.
1909’da Yıldız Yağması esnâsında, yağmacıların kütüphâneye yönlendiğini gören Sabri Bey, kapının önüne uzanıp “Cesedimi çiğnersiniz!” diyerek geçmelerine izin vermedi. Yağmacılar içindeki Kalkandelenlilerin Sabri Bey’i tanıdıkları, bu yüzden geri çekildikleri de söylenir. Her ne olursa olsun Sabri Bey, kitaplar için canını ortaya koyacak kadar cesur bir insandı.
KİTAP MI ÖLÜM MÜ?
Sunay Akın’ın Bir Çift Ayakkabı isimli bir kitabı var. Akın, bir çift ayakkabı konulu gerçek hikâyeleri yazmış. Birisi, ölüm ile kitap arasında tercih yapan bir şâirin hikâyesi:
“Kitap, ölüm ve ayakkabı…. Saraybosna’nın bombalandığı, Sırp nişancıların, evlerinde tuvaletlerini yapan çocukları bile acımasızca öldürdüğü 1990’lı yıllarda, bu üç sözcüğün geçtiği bir öykü efsâne gibi yayılarak insanlık direnişinin sembolü olur.
Soğuk bir kış gününde , Saraybosna’ya kar beyazı, yanan binâlardan yükselen kara duman ve kan rengi hâkimdir. Ekmek ve yemek kuyruklarının önünde , battaniyelere sarılmış, çoğu hasta bir yığın insan görürüz. Saraybosnalıların birbirleriyle haberleştiği ve sohbet ettiği tek yer, bu kuyruklardır.
Sıranın kendilerini gelmesini beklerken konuşan insanlar arasında bir grup, şâir olan arkadaşlarını günlerdir görmediklerinden, ekmek ve yemek almak için gelmediğinden yakınır. Ertesi gün de arkadaşlarını göremeyince yolda, keskin Sırp nişancılar tarafından öldürülmeyi göze alarak evine gitmeye karar verirler.
Saraybosna sokaklarında ölümle köşe kapmaca oynayarak, şâir arkadaşlarının evine ulaşmayı zor da olsa başarırlar. Binânın dış cephesi, atılan kurşunlarla delik deşiktir. Şâirin kapısını uzun uzun çalarlar ama açan olmaz. Kapıyı kırmaya karar vererek, hep birlikte omuzlarıyla yüklenirler. Arkadaşları, kapının neden açılmadığını öğrenir; şâir donarak ölmüştür.
Şâirin önünde bir kül yığını vardır.; ısınmak için, evde bulduğu pek çok eşyâyı yakmıştır. Birden ayaklarının çıplak olduğunu görürler. Külü karıştırınca da yarısı yanmış bir ayakkabı tabanı bulurlar.
O an, hepsinin bakışı, odanın tüm duvarını kaplayan kütüphâneye yönelir. Kütüphânedeki tüm kitaplar yerinde durmaktadır. Rafların hiçbirinde, bir tek kitap alındığında, bir çocuğun ön dişinin boşluğu gibi duran karartı yoktur.
Şâir, ayakkabıları yakmış ama bir kitabını bile ateşe atmamıştır.” (Sunay Akın, Bir çift Ayakkabı, sh. 183-184)
KÜTÜPHÂNE KURMAYI HAYÂL EDEN ÇOCUK
Eşine az rastlanan bir kitapsever de Ali Emîrî Efendi’dir. Yazar, şâir ve hattat olan Ali Emîrî, 1857 senesinde Diyarbakır’da doğdu. Dokuz yaşında kitaplara merâk sardı ve 1924’de ölene kadar bu merâkın peşinde koştu. Kendi ifâdesiyle ne gecesi gece ne gündüzü gündüzdü. Lamba ışığında sabahlara kadar kitap okuduğu ve uykusunda yüksek sesle okuduklarını tekrâr ettiği için yanında kimse yatmazdı. Vaktiyle Diyarbakır’da, bir milyon kitap olan bir kütüphâne olduğunu babasından ve akrabalarından işitince bir kütüphâne kurma hayâliyle büyüdü. Eline geçen para ile kitap aldı. İhtiyaç duyduğu kitabı yerinde bulamayınca neredeyse aklını kaybedecek hâle gelen Ali Emîrî Efendi, tam bir kitap delisi oldu. Memûriyet hayâtında da kitabın peşinde koştu. Âşık olmaya, evlenmeye vakit ayırmadı. Bunu, bir şiirinde şöyle anlattı:
Dilber-i nevhatta bakmam var iken hatt-ı sutûr
Yâr-ı cânımdır habîb-i nâzenînimdir kitâb
Gâyet sâde yaşadı. Kitap almak için nafakasını kesmekten bile zevk aldı. Sırf kitaplarla uğraşmak için yarı maaşa râzı olup kendi isteğiyle 1908’de emekli oldu. Hayâtı boyunca biriktirdiği kitaplarını, milletine vakfetti. Bu yüzden kütüphâneye, Millet Kütüphânesi adı verildi.
Millet Kütüphânesi kurulmadan evvel kitaplara, Fransızlar tâlib oldular ve otuz bin İngiliz lirası teklif ettiler. Paris’de, Ali Emîrî adına bir kütüphâne kurulacak ve başına kendisi geçirilecek; emrine aşçı ve hizmetkârlar verilecekti. Ali Emîrî Efendi, bu teklife şu cevâbı verdi:
“Ben bu kitapları, devletimin verdiği maaşla topladım. Öldüğüm zaman milletime kalması için. Bir daha böyle bir teklifle gelirseniz sizi kovarım.”
Ali Emîrî Efendi’nin kitaplarından ayrılması kolay olmadı. Bağış sürecinde çok zorluklar çıkardığı ve çalışanları bezdirdiği söylenir.
Asırlarca elden ele dolaşan Dîvân-ı Lügâti’t-Türk’e Sahaflar Çarşısı’nda rastlayan Ali Emîrî, otuz reşat altını ödeyerek satın aldı. Üç altın da bahşiş bıraktı. Macar İlimler Akademisi, on bin altın teklif ettiyse de satmadı. Nihâyet Sadrazam Talat Paşa’nın araya girmesiyle basılmasına râzı oldu. Talat Paşa’nın gönderdiği üç yüz altını kabul etmeyerek şöyle mukâbele etti:
“Lütfunuza kadirşinaslığınıza teşekkür ederim. Çünkü vatanî, millî bir ufacık hizmet mukâbilinde para almış olacağım. Bu ise vicdânıma ağır gelen bir şeydir. Siz parayı yardıma muhtaç olan birkaç nâmuslu âileye dağıtırsanız bu sadakanın adı da ‘Dîvân-ı Lügâti’t-Türk sadakası’ olsun.”
Üç örnekteki kitap delisinin de şâir olduğuna dikkatinizi çekerim. Kitap uğrunda canını verecek veya helâlinden zengin olmayı reddedecek kadar deli olmak için şâir romantizmine ihtiyaç olsa gerek.
