Görüşler

Rusya ne istiyor?

Rusya ne istiyor?

Ankara Enstitüsü Araştırma Direktörü Taha Özhan, Rus troykasına mercek tuttuğu analizini ikinci bölümüyle sürdürüyor.

Korkunç, kanlı, çelik ve daha nice ilginç isimlerle anılan birçok Rus lider oldu. Ancak en fazla iz bırakanları hep ‘Büyük’ lakabıyla anıldılar. Büyük Petro’yla anılmaktan özel bir haz duyan Putin de dahil olmak üzere tarihinin hiçbir döneminde ‘iyi’ ya da ‘adil’ sıfatlarını haiz olabilen bir hükümet veya hükümdar olmadı. Bolca ihtişamla hatırlanan liderin yanında cömertlik veya halka refah sunan isim neredeyse akla gelmemektedir. İktidarında köylü serfliğini ilga ettiği için ‘kurtarıcı’ ya da ‘özgürleştirici’ lakabını alan II. Aleksandr da Özgürlük Hareketi tarafından düzenlenen bir suikastla öldürülmüştür.

Liderlerden ve dönemlerden bağımsız olarak, kötü yönetim süreklilik içerisinde yüzyıllardır süregiden bir olguya dönüşmüştür. ‘Rus halinin’ kökenlerine ve sebeplerine kafa yoran farklı yaklaşımlar ve ekoller de aslında çaresiz kalmışlardır. Bugünlere dek uzanan Moğol etkisine dikkat çekenlerden çevresel determinizm okumasıyla coğrafyanın zorlukları ve büyüklüğüyle meseleyi açıklamaya çalışanlara, büyük bir ciddiyetle sabilerin kundaklama tekniklerinde cevabın peşine düşenlerden frenoloji ve genetik araştırmalarından sonuçlara ulaşmaya çabalayanlara varıncaya kadar mebzul miktarda fikir ortaya atılmıştır. Meseleye kafa yoranların cevaplarından bağımsız olarak ‘Rus hali’ zamana ve tarihe karşı ‘imparatorluk’, ‘büyük olma’ veya ‘büyük güç olma’ misyonunu korumayı başarmıştır. Muhafaza ettiği tahayyülün maliyeti ‘kaynakların ve ülkenin kötü yönetimi’, ‘büyük felaketler’ ve ‘asgari yaygın toplumsal refahın sağlanamaması’ olsa da netice değişmemiştir.

20’nci yüzyılın sonlarına doğru eserleri keşfedilen Kiev doğumlu Sovyet dönemi düşünür ve romancısı Sigizmund Krzhizhanovsky, Rusya’yı anlatırken ‘adem-i mevcudiyet ülkesi’ olduğunu söyler. ‘Yokluklar ülkesinde’ toplumda kendine -anlamlı- bir ‘yer ya da işlev bulmak’ mümkün değildir. Bu ‘yokluk’ halini ‘Sovyet insanı’ için dillendirse de bugüne uzanmadığını söylemek mümkün değildir. Zira Isaiah Berlin’in aynı dönem için kullandığı ‘yapay diyalektik’ bir tenasühle varlığını bugün de sürdürmektedir. Berlin, adeta Rus ‘yokluğuna’ nazire yaparcasına, Sovyetlerle ilgili Foreign Affairs’e yazdığı “Yapay Diyalektik: Başkomutan Stalin ve Hükmetme Sanatı” başlıklı makaleyi, güvenlik endişesiyle John O. Utis müstearıyla yayınlar. Latince ‘hiç kimse’ anlamına gelen ‘outis’den mülhem isimle yayınladığı makalesinde, Komünist Parti’nin inşa ettiği ‘yapay diyalektik’ sistemin ne çok gevşek ve verimsiz ne de fazla gergin ve kendi kendisini imha edecek noktaya ulaşmamasını sağladığını söyler. Sovyet insanına düşen, mezkûr diyalektiği içselleştirmektir. Berlin, bu adaptasyon sorununu anlatmak için bir gemide işe başlayan garsonun hikâyesini anlatır. Garson işe başlamadan önce kendisine geminin bazen sert dalgalı havalarda seyir halindeyken ne yapması gerektiği söylenir. Dalgalı havalarda tabaklarla düz yürümeye devam etmemesi, dalgaların zikzakıyla eşgüdüm içinde hareket etmesi gerektiği öğütlenir. Dalga çıktığında geminin mutfağından bir anda yere çarpıp parçalanan tabakların feci sesi gelir. Şef garsona, niçin zikzak yapmadığını sorduğunda, garson ‘ben zik yaptığımda gemi zak yaptı, ben zak yaptığımda gemi zik yaptı’ der. Rus aklı, hayatın ve dünyanın değişimleri karşısında hala zikzak hareketleriyle var olmaya gayret ediyor. Ancak asıl müşkülat, yapay diyalektiğin ülke içerisinde toplumsal taleplere, dünyada ise yaşanan ekonomi-politik dönüşüme ve güncel jeopolitik gelişmelere cevap verememesidir.

BİR DİSTOPYA OLARAK RUS HALİ

Rusya neredeyse kesintiye uğramayan bir ıstırap ve vahşet tarihin içerisinde yaşıyor. Siyasi veya sosyolojik analizlerde telmihi anlamsız kılacak kadar ana Rus tarihi ve olayları biteviye kendisini tekrar eden bir vakıaya dönüşüyor. Bu tekrarın merkezinde sürekli düze çıkamayan, güçlü olma hayali peşinde sürekli zayıf düşen, Pax-Rusika arzusu içerisinde dağılma korkusundan kurtulamayan travma hali var. Bertnard Russell’ın Bolşevik despotizmini konuşurken, bu yönetimin Rusya için kaçınılmaz olduğunu ima ederek ‘eğer kendinize Dostoyevski’nin karakterlerinin nasıl yönetilmesi gerektiğini sorarsanız, anlarsınız’ demesi gibi, romanları kaplayan gri rengin, bir türlü Rusya’da hayatın, tarihin ve insanın da üstünden dağılmadığını hissedersiniz. Hoş, Amerikalı Cormac Mccarthy’nin, İngiliz Charles Dickens karakterlerinin daha az vahşi olduğunu kimse iddia edemez ve özcü bir mahkûmiyeti Rusların boynuna geçiremez. Ne var ki Rusya’nın coğrafyasındaki istimrarın siyasal ve toplumsal hayata bu denli yansımış olması, gri ve karanlık atmosferin de dağılmasını engellemişe benziyor.

Apriçnik Günü aslında, Sorokin’in hazzetmediği Aleksandr Soljenitsin’in, İvan Denisoviç’in Sovyet Gulag sistemindeki kampta bir gününü anlattığı romanından mütevellit bir kara mizah distopya eseridir. Rusya’nın geleceğini Orta Çağ’da inşa eden roman, her ne kadar distopik olarak tanımlansa da Rusların müptela olduğu biteviye ıstırap, istibdat ve savaş hali göz önüne alınınca distopyadan ziyade yaşadıklarının biraz abartılı tasviri olduğu da söylenebilir. Bu yönüyle Orwell’den önce yazılmış olan ve ilk distopik eserlerden kabul edilen Zamyatin’in ‘Biz’i dahil olmak üzere Rusların distopyadan ziyade kesintisiz otoriterlik düzeni içerisinde aynı kısır döngüyü tarif ettikleri de söylenebilir. Sorokin’in 2006’da yazdığı Apriçnik Günü’ndeki distopya, 2028’de Korkunç İvan Çarlığı’nın yeniden tesisi üzerine kuruludur. Orta Çağ’ı yeniden 2028’de tesis eden ögelere ve gelişmelere bakıldığında görülen tarihsel, toplumsal ve siyasal donma bir kurgudan ziyade Ukrayna işgal girişimiyle gerçekten yaşanan bir hal olarak da okunabilir. Apriçnik Günü’nde Rusya tam anlamıyla Çin etkisi altına girmiştir. Ülkedeki hemen her ürün Çin’de üretilmektedir. Çin’le Rusya arasına süper otoban kurulmuş, Ortodoks ikonların yanı başına Çin ejderhaları yerleşmiş, Çin mutfağı ana mönü haline gelirken suşi çubukları çatalın yerini almıştır. Batı’dan gelen lüks mallar da Mercedov şeklinde Ruslaştırılmıştır. Ülkenin sınırları boyunca Büyük Rus Seddi inşa edilmiş ve Batı’nın kötülüklerinin nüfuzu için gerekli önlemler alınmıştır. Durumdan şikâyetçi olanların dikkatini dağıtmak üzere ülke içerisinde şiddetin dozu her geçen gün artırılmaktadır. Sorokin’in, 2028’de geçen distopyasının tam da 2028’e birkaç yıl kala Moskova’nın kendisini soktuğu cendereyle gerçeğin çok uzağında kalmayacağını düşünüp düşünmediğini bilmiyoruz. Batı’nın Rusya ambargosu derinleştikçe Putin’in yeni bir Apriçnina politikasına dönmesi de Çin’in Moskova üzerindeki etkisinin ağır jeopolitik sonuçlar doğurması da uzak ihtimaller değiller.

MERCATOR’UN RUSYA’SI

Rus işgal girişimiyle birlikte 20’nci yüzyılın önemli araştırmacı gazetecilerinden, Polonyalı Ryszard Kapuscinski’nin 1990’ların başında yayınladığı Imperium da yeniden keşfedildi. Hatta geçen sene en çok okunan kitaplar arasında bile yer aldı. Rusya’nın büyüklüğü, herkes gibi onu da çarpmıştır. Kapuscinski Rus tabiatı karşısında “ezildiğini, aciz kaldığını ve afalladığını” söyler. Cesameti, hudutsuzluğu, okyanusvari sonsuzluğu ile insanın Rusya’da dünyanın sınırı olmadığı hissine kapıldığını yazar. Oysa insan, her alanda olduğu gibi coğrafi muhayyilesi için de ölçülebilir sınırlara ihtiyaç duyar. Rusya’da başlangıç ve sonun buharlaşması, insanın da kaybolmasına yol vermiştir. “İmparatorluk” topraklarında dolaşırken “terk edilmiş ve yıkık dökük küçük kasabaların neredeyse boş kitapçılarında bile, adeta bir kural gibi, satılık büyük bir Rus haritasının” olması Kapuscinski’nin dikkatini çeker. Dünyanın geri kalanının neredeyse arka planda, kenarlarda, gölgede kaldığı bir Rusya haritası. Bu harita, Ruslar için bir tür görsel bir tazminat, tuhaf bir duygusal tazim ve aynı zamanda aşikâr bir gurur nesnesidir.

Kapuscinski’nin dikkatini çeken haritanın, Rus aklının ‘büyüklük’ tasavvurunu derinden etkilediği ve birçok sancısını bu harita üzerinden dindirdiğine şüphe yok. Hatta aynı haritada, bütünlüğü korumak adına geçtiğimiz günlerde, Rus sınırlarına zarar verecek, ‘bölünmez bütünlüğü’ zaafa uğratacak girişimleri engellemek üzere cezai müeyyide getiren bir yasa tasarısı bile Rus meclisine sunuldu. Rusların da bizlerin de gördüğü harita, yüzyıllardır dünya algımızı şekillendiren, 16’ncı yüzyılda yaşamış olan coğrafyacı ve kartograf Gerardus Mercator’un haritasından başkası değildir. Ekvatora teğet olarak geçirilen silindirle çizilen Mercator projeksiyonu, kutuplara doğru ülkeleri büyüttüğünden dolayı Rusya haritada gerçekten çok daha büyük görünüyor. Mercator projeksiyonundan nasiplenenler arasında Afrika’dan 14 kat daha büyük görünen Grönland, Hindistan’dan büyük gözüken Finlandiya, Güney Amerika’dan büyük çizilen Avrupa gibi bölgeler bulunmaktadır. Ancak, Rusya’yı Kuzey Amerika’dan büyük gösteren bu haritayla, kurucu bir psikolojik ve jeopolitik ilişki içerisine girmiş ülke tartışmasız bir şekilde Rusya’dır. Adeta Mercator, Rusya’yı tanımış, büyüklüğünü görmüş, hakkını teslim etmiş ve varlığını takdir etmiştir. Gerçek ölçüsünün iki katından fazla göründüğü bu harita, Rusların hem sorunlarının çözümünün imkânsızlığına hem büyüklüklerine ikna olmalarına yeterli olmuştur. Rusya büyüktür, sorunları da öyledir. Büyüklük hem gücün hem de sorunların kaynağı, her türlü krizin meşrulaştırıcı gerekçesi haline dönüşerek Mercator projeksiyonunu bir ihsandan ziyade mazerete dönüştürmüştür. Bu ihsandan da mazeretlerden de kimsenin vazgeçmesi söz konusu değildir. Rusya’yı bütün zihinlere görkemiyle nakşeden, olduğunun iki katı büyük gösteren bir büyüklükle kimsenin kavga etmesi mümkün değildir. Eğer Rusya’nın dertleri, marazları ve çözülemeyen sorunları varsa bu büyüklüktendir. Rusların deyimiyle, “İsviçre kadar küçük olsaydık, her şey saat gibi çalışırdı.” İşler yolunda gitmiyorsa bu büyüklüğün yükündendir ve sorunları çözecek cevher tarihte saklıdır. Rusların tarihlerinden güç devşirmek için gösterdikleri bu çaba aslında nostaljinin kırılgan dünyasından başkası değildir.

TAHA ÖZHAN KİMDİR?

Ankara Enstitüsü’nde araştırma direktörü olan Özhan, 2019-2020’de Oxford Üniversitesi’nde misafir akademisyen olarak görev yaptı. 2014-2016 yılları arasında Başbakan başdanışmanlığı, 25 ve 26. Dönem milletvekilliği ve TBMM Dış İşleri Komisyon Başkanlığı yapmıştır. 2005’te kurucu direktörlerinden olduğu SETA’nın 2009-2014 yılları arasında başkanlığını yürütmüştür. Doktorasını Siyaset Bilimi alanında yapan Özhan’ın yayımlanmış son kitabı “Turkey and the Crisis of Sykes-Picot Order” dır.

whatsapp-image-2022-12-28-at-23-57-46.jpeg

İlgili Haberler
YORUMLAR (4)
YORUM YAZ
UYARI: Hakaret, küfür, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. (!) işaretine tıklayarak yorumla ilgili şikayetinizi editöre bildirebilirsiniz.
4 Yorum
Bunlar da İlginizi Çekebilir