Görüşler

Türkiye-ABD diplomasisinin paradoksal ilişkisi: ‘Muarız müttefiklik’

Türkiye-ABD diplomasisinin paradoksal ilişkisi: ‘Muarız müttefiklik’

Ankara Üniversitesi’nde doktora çalışmalarını sürdüren Tunay Şendal ‘PKK/PYD, FETÖ, S-400 füzeleri gibi temel konularla ayrışan Türkiye-ABD münasebetleri, stratejik ortaklıktan ziyade “muarız bir müttefiklik” tablosu sergiliyor’ değerlendirmesinde bulunuyor.

İstiklal Caddesi’nde düzenlenen bombalı terör eylemi sonrasında kameralar karşısına geçen İçişleri Bakanı Süleyman Soylu’nun: “ABD’nin taziyesini kabul etmiyoruz, reddediyoruz” açıklaması, uzun süredir Türkiye-ABD ilişkilerini sorgulayan “ABD, dost mu düşman mı?” sorusunu yeniden gündeme getirirdi. Soylu’nun açıklamasının üzerinden henüz 24 saat geçmeden ABD Başkanı Joe Biden’ın telefonla görüşmek istediği liderler listesinde Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın adının da bulunmasının ise bazı kesimler tarafından “gururla” karşılanması, esasında Türkiye-ABD ilişkilerinin zemininde yatan paradoksal durumu özetler bir mahiyet taşımaktadır.

Devletlerarası ilişkilerin sürdürülmesi için diplomatik yöntemler ön planda tutulmaktadır. Bu yöntemler içerisinde; siyasal aktörler, potansiyel güç, bir ülkenin jeopolitik konumu gibi etkenler yer alırken bu yöntemlerin ortak noktasını ise diplomasi oluşturmaktadır. Devletlerarası en iyi iletişim yöntemini oluşturan diplomasi, askeri güce dayanmayan barışçıl söylemler çerçevesinde tüm çabanın gösterilerek ikili ilişkilerin sağlanması olgusudur. Yeni devletlerin kurulmasıyla dünyadaki diplomasi ağı her geçen gün genişlemeye devam ederken özellikle İkinci Dünya Savaşı’nın ardından başlayan yeni süreç içerisinde uluslararası siyaset düzeninde önemli değişiklikler yaşanmıştır. İki savaş arası dönem ve öncesinde dünya siyasetine İngiltere ve Fransa gibi devletler yön veriyorken, İkinci Dünya Savaşı sonrasında tezahür eden yeni konjonktürde dünyanın yeni oyun kurucuları ABD ve SSCB olmuştur. Yeni konjonktür; Almanya ve İtalya gibi kara kıtası devletleri kurulan sistemden tecrit ederken, ABD ve SSCB’nin ise “süper güç” olmalarını sağlamıştır.

Savaş ortamının doğurduğu ihtiyaç talebindeki yükseliş, gıda ve hammadde ihracatı yapan Türkiye’nin gelirini olumsuz yönde etkilerken SSCB tehdidi sebebiyle ordunun terhis edilememesi de ciddi bir ekonomik yük getirmiştir. Jeopolitik konumu nedeniyle savaş süresince Müttefikler ve Mihverler tarafından kendi saflarında yer alması için büyük bir markaj altına alınan Türkiye ise yakın geçmişinde edindiği tecrübeyle aktif tarafsızlık stratejisi yürüterek savaş dışında kalmaya çabalamıştır. Ancak savaş sonrası kurulacak yeni dünya düzeninde saf dışı kalmak istemeyen Türkiye, Potsdam Konferansı’nda karşı karşıya kaldığı Sovyet tehdidi sonrasında Batı müttefikliğini tercih ederek bir taraftan daha güçlü bir kanatta yer almak diğer taraftan da Batı tandanslı kuruluş kodlarına sahip çıkmak istemiştir.

İkinci Dünya Savaşı’nın doğurduğu Soğuk Savaş konseptinde Batı Bloku tarafında yer alan Türkiye, ABD ile siyasi ve içtimai daha yakın temaslar kurarken, bu ilişki, Türkiye’nin Truman ve Marshall paketlerinden faydalanması ve NATO üyeliği ile karşılıklı çıkar ve barış esaslı yeni başlayacak bir Türkiye-ABD müttefikliğinin de temelini atmıştır. Türkiye-ABD arasındaki bu müttefiklik, Kıbrıs meselesindeki gibi zaman zaman gerilimlere şahit olsa da karşılıklı ya da tek taraflı bir kopma noktasına ulaşmamıştır.

11 Eylül sonrasında “demokratikleşme” adı altında yürüttüğü ideolojik yayılmacı dış politikasını, terörle mücadele ile NATO’nun genişlemesi gibi yeni momentlerle geliştiren ABD, Doğu Avrupa’da Rusya, Ortadoğu ve Akdeniz’de Türkiye ve İran, Uzak Doğu’da ise Çin gibi devletlerin sınırlarına yerleşerek nüfuz alanındaki ülkelerle siyasî ve askerî bir ofansif dış politika yürütmüştür. ABD, yayılmacı siyasetini resmiyette olmasa dahi pratikte kuşatmacı bir çevreleme politikasına dönüştürürken Murmansk’tan Baltık Körfezi’ne, Karadeniz’den, Adalar Denizi ve Doğu Akdeniz’e kadar ilerleyerek geniş bir coğrafyaya nüfuz etmiştir. Mevcut bölgelerde Türkiye ve İran, Suriye konusunda; Türkiye ve Rusya gerek Suriye gerekse Kırım konusunda farklı görüşlerde olsalar dahi alan savunmasının en önemli aktörlerini oluşturmaktadırlar. Dolayısıyla bu bölgeler, 21’inci yüzyılın küresel konjonktürü içerisinde uluslararası ilişkilerin yeni çatışma noktaları haline gelirken özellikle Ortadoğu bölgesinde Türkiye, ABD adına daha da önemli bir müttefik pozisyonuna ulaşmıştır.

Türkiye İstatistik Kurumu’nun verilerine göre ABD; Türkiye’nin Almanya, İngiltere, Irak ve İtalya’dan sonra en fazla ihracat yaptığı beşinci ülke olma özelliğine sahiptir. Dışişleri Bakanlığı verilerine göre, ABD ile Türkiye arasındaki ikili ticaret hacmi; 2020 yılında 21,7 milyar dolar olarak gerçekleşirken 2021 yılında ise 27 milyar doları aşmıştır. Ocak-Kasım 2021 dönemine ilişkin ticaret rakamlarına göre ABD’ye yapılan ihracat, ABD’den yapılan ithalatın 1,5 milyar dolar üzerindedir. Türkiye’de hâlihazırda 1.971 ABD sermayesine sahip şirket faaliyet göstermektedir. Ancak ABD’nin, Ortadoğu’daki yayılmacı siyasetinde kullandığı taşeron terör örgütleri, doğrudan Türkiye’nin güvenlik bantlarını tehdit eder yapıya sahiptir. ABD’nin bu terör örgütlerine silah sattığı ve ABD’nin Kuzey Suriye’de yeni askerî üsler kuracağı iddiaları ışığında Kuzey Irak ve Suriye’nin kuzeyindeki terör örgütleri tarafından tehdit edilen Türkiye, bu örgütlerin ABD ile olan ilişkileri üzerinden müttefikiyle beraber, ancak müttefikini eleştirdiği paradoksal bir diplomasi ağı içerisine girmiştir.

SARSILAN MÜTTEFİKLİK İLİŞKİSİ

Uluslararası arenada “dostluk ve müttefiklik” gibi kavramlar devletlerarası yakınlığın bir işareti olarak kabul edilse de Winston Churchill’e atfedilen -aslında İngilizlerin, “Lord Palmerston” olarak bilinen, asıl adı Henry John Temple, 3. Viscount Palmerston, (1784 –1865) olan Başbakanına ait olan- realist zemindeki esas, devletlerin çıkar rekabetidir. Türkiye-ABD münasebetlerinin tarihi seyri ve son şekli, bu çıkarımı kanıtlarken çeşitli örneklerle de ispatını güçlendirmektedir. Ankara ve Washington hattı birbirlerini hâlâ “stratejik ortak” ve “müttefik” olarak görmeye devam etse de iki devlet arasındaki çıkar çatışması giderek büyümeye devam etmektedir. ABD’nin Türkiye’ye verdiği sözleri yerine getirmemesi müttefiklik ilişkisini sarsarken, iki devlet arasındaki ilişkilerin geleceği hususunda ciddi soru işaretlerini gündeme getirmektedir. FETÖ lideri Fetullah Gülen’in ABD’de ikamet etmesi iki devlet arasındaki müttefiklik ilişkilerinde önemli bir kırılma noktasını teşkil ederken, Ankara ve Washington arasında kısa süre önce patlak veren S-400’ler krizi, ikili ilişkilerin daha da gerilmesine neden olmuştur. Trump yönetimi, konuyla alakalı kendinden önceki Obama yönetimini sorumlu tutmuş olsa da Trump ve ondan sonra gelen Biden yönetimleri de konuyla alakalı tutumlarını değiştirmemiştir.

Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ile ABD Başkanı Joe Biden arasında Ekim 2021 tarihinde yapılan görüşme neticesinde yapılan ortak açıklamada, Türk-Amerikan heyetleri arasındaki görüşmede, “ekonomik ve savunma işbirliği, terörle mücadele, bölgesel ve küresel meseleler dâhil olmak üzere iki ülkenin ortak çıkarlarının bulunduğu konu başlıklarının gözden geçirildiği” kaydedilirken iki devlet arasında bir stratejik mekanizma kurulmasına karar verilmiştir. Stratejik mekanizmanın kurulma işlemleri; Dışişleri Bakan Yardımcısı Büyükelçi Sedat Önal ve ABD Dışişleri Bakanlığı Siyasi İşler Müsteşarı Victoria Nuland tarafından Ankara’da başlatılmıştır. Stratejik mekanizma ile iki devlet arasındaki ilişkilerin tüm boyutlarının ele alınarak bir çatı oluşturulması planlanırken, her iki devletin farklı kurumlarının beraber yer alabilecekleri bir ortam yaratılması amaçlanmıştır. Ancak yaşanan olaylar ışığında kurulan stratejik mekanizmanın henüz işlevsel bir hal almadığı görülmektedir. Keza PKK/PYD, FETÖ, S-400 füzeleri gibi temel konularla ayrışan Türkiye-ABD münasebetleri, stratejik ortaklıktan ziyade “muarız bir müttefiklik” tablosu sergilemektedir. ABD’nin Türkiye’ye karşı daha şeffaf ve muteber yaklaşmasını beklemek tahayyülden öteye geçmeyecek bir gerçeklik olduğu gibi, bu doğrultuda Türkiye’nin ABD çerçeveli dış politikasını yeniden kodlaması gerektiği aşikârdır.

TUNAY ŞENDAL KİMDİR?

Çeşitli eğitim kurumlarında üst düzey yöneticilik yapan Tunay Şendal, eğitimine Ankara Üniversitesi Türk İnkılap Tarihi Enstitüsü Türkiye Cumhuriyeti Ana Bilim Dalı Doktora programında devam ediyor. Bugüne kadar çeşitli uluslararası dergi ve yayınlarda makaleleri ve kitap bölümleri yayınlanan Şendal’ın ‘’İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin Sultan II. Abdülhamit’e Karşı Muhalefette Azınlıklarla Olan İlişkileri: ‘’İttihat Terakki, Rumlar, Ermeniler ve Yahudiler’’ başlıklı makale çalışması uluslararası akademik bir ağ olan SSRN (Social Science Research Network) platformunda 2020 yılı Ağustos ayı içerisinde en fazla indirilen Türkiye’de 1. Dünya’daki 2. makale çalışması olurken 2020 yılı boyunca SSRN’de dünyada en fazla indirilen ilk 10 makale listesine girmiştir. Şendal, çeşitli haber ve blog sitelerinde tarih ve güncel siyaset konularını da kaleme alarak değerlendiriyor.

f3d07cea-bd86-4066-92a2-f9c4966046ba.jpg

İlgili Haberler
YORUMLAR (2)
YORUM YAZ
UYARI: Hakaret, küfür, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. (!) işaretine tıklayarak yorumla ilgili şikayetinizi editöre bildirebilirsiniz.
2 Yorum
Bunlar da İlginizi Çekebilir