Son dönemde medya ve gazeteler bize sürekli olarak ne kadar uykuya ihtiyacımız olduğu, uykusuzluğun sonuçları ve yorgun çalışanların ekonomiye verdiğini zarar anlatıyor.
Uyku uzmanlarının tavsiyeleri ve uyku kitaplarının çoksatan listelerini süslemesiyle, uyku adeta yeni bir 'felsefe taşı' gibi sunuluyor.
Bir zamanlar seyrek rastlanan yatak reklamları artık sürekli olarak ekranları dolduruyor ve küresel uyku yardımı endüstrisinin büyüklüğü tahmini 76 milyar doları aşıyor.
Medyanın yeme ve egzersiz alışkanlıklarımıza müdahalesi gibi, şimdi de nasıl ve ne zaman uyumamız gerektiği konusunda talimatlar alıyoruz.
On yıllar önce sadece birkaç uyku bozukluğu tanımlanırken, bugün yetmişten fazla uyku bozukluğu bulunuyor; bu artış, beraberinde daha fazla tedavi, uzman ve hasılat getiriyor.
UYKU BİLİMİNİN ALTIN ÇAĞI VE GÜNÜMÜZDEKİ DEĞİŞİM
Bu alanda yapılan ilk araştırmalarda, uykunun ortaya çıkardığı soruların zenginliği ve disiplinler arası iletişim (fizyologlar, psikiyatristler, psikologlar, psikanalistler ve biyologların bir arada çalışması) oldukça etkileyiciydi.
Uyku biliminin altın çağı 1980’lerde sona ermiş olsa da, ders kitapları yakın zamana kadar neden uyuduğumuzun bir sır olarak kaldığını ve yeterli bir açıklama bulunmadığını kabul ediyordu.
Ancak günümüzde bu durum değişti. Uyku, artık sadece çözülmüş bir problem olarak değil, aynı zamanda bireyin kişisel kurtuluşuna giden bir yol olarak pazarlanıyor.
Önceleri sadece ayrıcalıklı kişilerin huzur aradığı kaplıcalar ve wellness merkezlerinin yerini, uyku 'bireysel inziva' olarak alıyor.
Uyumaya yardımcı kitaplar, vaat ettikleri besleyici dinlenmeye karşın genellikle internetten kolayca öğrenilebilecek, bilinen davranışsal ipuçlarının ötesine geçemiyor.
Gece duşu alıp sabah hafiften kokuyor olabilirsiniz!
KESİNTİSİZ UYKU İDEALİNİN TARİHSEL KÖKENLERİ
Vesaire'de yer alan habere göre, insan yaşamının pek çok boyutu gibi uyku da günümüzde elde etmek için uğraştığımız ama sahip olduğumuzdan asla emin olamadığımız bir meta haline geldi.
Tarihçi Roger Ekirch, At Day's Close [Gün Batarken] adlı kitabında, 19. yüzyılın ortalarından önce insan uykusunun temel biçiminin iki fazlı (birinci uyku, gece yarısı ya da sabaha karşı bir-iki saatlik 'nöbet' ve ikinci uyku) olduğunu öne sürmüştü.
Bu düzen, tarihsel ve coğrafi farklılıklara rağmen neredeyse hiç değişmiyordu.
1800'lerin ortalarına gelindiğinde ise iki fazlı uykuya yapılan atıflar azalmış ve birleştirilmiş uyku norm haline gelmeye başlamıştı.
Roger Ekirch, bu değişimi öncelikle yapay aydınlatmanın yükselişine bağladı.
17. yüzyılda başlayan kandil kullanımı, ardından gaz lambaları ve elektrikli aydınlatmanın yaygınlaşması, daha geç saatlerde uyanık kalmayı teşvik etti.
Roger Ekirch, bu duruma vardiyalı çalışma, zaman yönetimi kavramı ve endüstriyel kapitalizme uygun bir 'çalışma etiği' gibi toplumsal ve ekonomik boyutları da ekledi.
Ona göre, biyolojik bir sürecin toplumsal değişimle çarpıtıldığı açıktı.
UYKU HİJYENİ BASKISI VE BAŞARISIZLIK KORKUSU
Kesintili uykunun günümüzde geçmişe göre daha büyük bir sorun olduğu görülüyor.
Ancak tıbbi metinler nispeten yakın zamana kadar gece uyanmaktan ziyade uykuya dalma güçlüklerine odaklanıyordu.
Günümüzde, iki fazlı uykunun yüzyıllardır kural olduğu bilgisine rağmen, geceleri uyandığımızda hemen tekrar uyumaya zorlanıyoruz; çünkü modern uyku hijyeni anlayışı, uykusuzluğun erken ölüm, kanser, bunama, kalp hastalığı, felç ve diyabet gibi riskleri artırdığı uyarısında bulunuyor.
Sekiz saati dolduramama korkusu, uykunun kendisi üzerinde baskı yaratarak bu başarısızlık hissini körüklüyor.
Bireysel farklılıklar ve alışkanlıktaki değişimler, sürekli olarak birer tehlike olarak gösteriliyor ve neyin doğru neyin yanlış olduğunu söylemesi için sürekli olarak 'bilime' başvuruluyor.
Kaliteli uykunun sırrı, bu basit aktivitede saklıymış!
TOPLUMSAL SORUNLARIN BİREYSELLEŞTİRİLMESİ VE UYKU
Hayatımızın pek çok alanında olduğu gibi uyku da artık günlük değerlendirmelerin başlangıç noktası haline geldi.
Uyandığımızda o günün işlerinden çok, yeterince uyuyup uyuyamadığımızı değerlendiriyor ve bunun sonuçları hakkında endişeleniyoruz.
Yeni uyku literatürü, bu suçluluk duygusunu kullanarak toplumsal sorunların bireysel problemlere dönüştürüldüğünü gösteriyor.
1980'lerde Thatcherizm'in toplumsal sorunları (işsizlik, eşitsizlikler) kişisel başarısızlıklar olarak sunması gibi, bugün de kaygı, keder ve başarısızlık, besleyici uyku eksikliğinin bir sonucu olarak sunuluyor.
Yani uykusuzluk depresif bir durumun sonucu olarak görülmek yerine, nedensellik tersine çevriliyor: Uyumadığımız için depresyondayız.
Yazar Matthew Walker'ın iyi uyuyanların beyinlerinin rasyonellik sergilediği, kötü uyuyanların ise 'daha etikdışı', 'sapkın ve yalan söylemeye daha yatkın' olacağı iddiaları, insanları 'normal' ve 'sosyal olarak anormal' olarak ikiye ayırıyor.
Oysa antropolog Matthew Wolf-Meyer'in işaret ettiği gibi, ilaç firmalarının uyku bozukluğu olarak sunduğu mental yorgunluk, motivasyon düşüklüğü ve konsantrasyon güçlüğü gibi semptomlar, modern kent yaşamının ve hatta yüzyıllardır yaşanmakta olan hayatın doğal koşulları değil midir?
