Görüşler

Korona ve yeni çağın alametleri

Korona ve yeni çağın alametleri

İstanbul Şehir Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü Öğretim Üyesi Ahmet Okumuş “Her salgın gerçeği talep edenlerle gerçeği örtmeye yeltenenlerin mücadelesine sahne olur” diyor.

Her çağın bir çehresi vardır.

Tarihe asırları yapılandıran olaylar ve dönüm noktaları itibariyle baktığımızda içinde neredeyse çeyrek asırlık bir zaman dilimini tamamlamış olsak da yeniçağın karşımızda tam bir kisveye büründüğünü söyleyemeyiz. Bu çağ, büyük hadiseleriyle, dönüm noktalarıyla, alt üst oluşlarıyla, bütün bir siluet oluşturacak denli belirginleşmedi ufkumuzda.

Öyle görünüyor ki yeni asrın çizgilerini oluşturup ona bir istikamet vermek, beklenmedik bir öznenin, bir virüsün işi olacak. Anlı şanlı onca aktör arasında kendisine sahici bir öznelik yakıştırmakta zorlanabileceğimiz koronavirüsü, uzun süredir demlenen bazı süreçleri tetikleyip yanlarına yenilerini de ilave ederek önümüzdeki devrin tempolarını belirleyecek gibi görünüyor. Öyleyse şunu söylemek artık mümkün: yirmi birinci asra hoş geldiniz!

Günümüzün en açık tezatlarından biri demokrasi ile otokrasi arasında yükseliyor. Aslında bir isme sahip son devir olan Soğuk Savaş sona erdiğinde rejimler arası bir rekabet öngörülmemişti. Liberal demokrasi karşısında cazibe oluşturabilecek bir alternatif görünmüyordu. Oysa takip eden yirmi küsur yıl içinde başka ‘ötekiler’ ortaya çıktı.

Onca zaman adeta Sun-Tzu’nun ‘savaşmadan kazanmalı’ düsturuna uyarak alttan alan Çin, artık alternatif bir model oluşturduğunu telkin eden bir kamu diplomasisi inşa ediyor, bunun kitaplarını yazdırıyor ve ‘keskin’ gücüyle yaygınlaştırmaya çalışıyor. Pek çokları için Çin, liyakat ilkesine bağlı ama demokratik olmayan bir düzenin kazanımlarını simgeliyor.

***

İşte bu bağlamda korona zaten bir süredir birbirlerine karşı bilenmekte olan rejimler için meziyetlerini sınayacakları küresel bir sahne hazırlamış oldu. Böylece demokrasi ile otokrasi arasındaki sonu gelmez gerilimin yeni bir evresine girmiş bulunuyoruz.

Peki, bu rejimler felaketle yüz yüze geldiklerinde hangisi daha oturaklı hamleler yapar? Hangisi felaket testinden daha güçlü çıkar?

Süratle yayılıp sağlık sistemlerini çökerten ve emniyet ihtiyacımızı kışkırtan pandemi ortamında hızlı karar alıp disiplinli bir şekilde uygulayan otokrasiler cazip görülebilirler. Nitekim Türkiye nüfusu büyüklüğünde bir alanı güvenlik kuşağı içine alarak yalıtabilen Çin daha diri, eşgüdüm gücü daha yüksek görünürken, yerleşik demokrasilerin çoğu aksak, dağınık, daha fazla doğaçlamaya dayanan ve ne yapmak istediklerini pek bilmeyen bir görüntü vermiş oldular. Elbette burada başarının rejim tipinden çok devlet kapasitesiyle ilgili olduğu söylenebilir fakat Çin pandemi karşısındaki (şimdilik) hızlı başarısını promosyon amaçlı kullanacak ve bundan etkilenmeye hazır halkları da elitleri de bulacaktır.

Dünyanın kabaca demokrasiler, otokrasiler, melez rejimler ve bunların daha eklektik biçimleri arasında bölüşüldüğü bir bağlamda korona bir kez daha rejimler arası rekabeti pekiştirecektir. Bütün devletlerin yeteneklerini sınayan pandemi ortamında rakip siyasi rejimlerin kusur ve meziyetleri bir kez daha tartışmaya açılacak.

Demokratik doğaçlama ile otokratik odaklanma, demokratik esneklik ile otokratik çeviklik maharetlerini yarıştıracaklar. İçeride popülist çarpıtma, dışarıda başarılı bir otokrasinin ayartmalarıyla sıkıştırılmış durumdaki demokrasi sıçrama yapabilecek mi görülecek.

***

Felaketler tarihin en güçlü eşitleyicisi olarak görülürler. Genellikle insanlar daha adil, daha paylaşımcı düzenleri iradi olarak ya da tam bir uzlaşma sonucu benimsemezler. Bir fecaatin zorlamaları, fark gözetmeyen genel bir yıkımın her şeyi düzlemesi nimetin ve külfetin taksiminde daha hakkaniyetli seçeneklerin önünü açar. Musibetin nasihate üstünlüğü tekrar eden bir tecrübedir. Nitekim modern sağlık sistemleri, refah devleti girişimi ve sosyal güvenlik politikaları buhran devirlerinin semereleridir. Hatta Weber’e sorarsanız demokrasi bile bu tür süreçlerin neticesinde elitlerin kitlelere vermek zorunda kaldığı bir tavizdi. Milliyetçilik ve kitlesel savaş çağında cepheye ölmeye giden insanların ortak kaderleri hakkında söz sahibi olmalarını kabullenmek zorundaydılar. Bu bakımdan ‘felaket eşitleyicidir’ şeklindeki hüküm harfiyen alındığında sorgulamaya açık olsa da felaketlerin sosyal telafi sistemlerini gündeme getiren etkisi inkâr edilemez.

Korona pandemisi de uzun sürmesi halinde üretebileceği artçı şoklarla benzer arayışları gündeme getirecektir.

Ama acaba bütün bu dönüşümü destekleyecek siyasi kültür altyapısına sahip miyiz? Mesela bu dönüşüm alışıldık milliyetçilik biçimleriyle mi eklemlenecek yoksa yurtseverliğin yeni boyutlarını keşfedebilecek miyiz?

***

Son yıllarda çeşitli görünümler altında bir kez daha yükselen milliyetçilik ilk bakışta küresel ya da kozmopolit tahayyülü zedeleyen bir ideolojik tutum olarak görülebilir. Oysa milliyetçilik çoğu zaman hakikaten milli olana da zarar verebilecek eğilimler içermiştir. Sağ, sol ya da İslami her kutuptan fikriyata sızabilen milliyetçilik öyle çizgiler kazanır ya da öyle raddelere varabilir ki sonuç vaktiyle Nazilerden Türkiye’ye sığınan Auerbach’ın Türkiye’de gözlediği üzere “tarihsel milli karakterin tahribatı” olur. Milliyete zarar veren bir milliyetçiliğin bu topraklarda çok derinlere kök salmış olabileceğinden söz ediyoruz. Esasen kendini ülkenin birkaç güvenlik meselesinin ötesinde tarif edemeyen, son tahlilde devlet-merkezli ve hatta militer bir milliyetçilik.

Yine de zaman zaman hamiyetperverliğin daha çelebi, yurtseverliğin daha insani biçimlerini hissettiren evrelerden geçeriz. Yurt savunmasının güvenlik güçleri marifetiyle değil de sağlık çalışanları ve daha alt tedarik süreçlerinde çalışan insanlarca yürütüldüğü korona süreci bu tür evrelerden biri olabilir. Karantina altında emek ve fedakârlığını aradığımız insanlara baktığımızda vatanın da ona bağlanmanın da salt güvenlikçi bir zihniyetin kuşatamayacağı boyutları olduğunu görüyoruz. Milliyet düşüncesini o abus devletçiliğinden, vatanseverliği şoven etkilerden kurtarmak için belki aidiyetin daha zengin içeriğini hatırlamamız gerekiyor.

İşte böyle kriz dönemlerinin bir de kriz ilahiyatları olur. İnancı bir hoş yaşam kılavuzu gibi gören, dini sağlıklı yaşam egzersizi olarak yedekte tutan anlayışların sathiliğine karşı inancın daha yanık sesleri işitilmeye başlanır. Günün ıstırapları, telafi edilemez kayıplar, duygusal kopuşlar karşısında hiçbir sahicilik emaresi göstermeyen dini söylemler iyice sakil kalırlar. Böyle devirlerde yalnızca Kâtip Çelebi’nin ‘soğuk dindarlık’ dediği gereğinden fazla şekilci tutumlar değil, dini güler yüzlü bir yaşam koçuna çeviren tavırlar da yersiz ve sevimsiz görünür. Huzursuzluğun her yana sirayet ettiği bir zamanda hazır teselliler buyuran bir dindarlık yatıştırıcı olmaz.

***

Çağın dertleri karşısında tınısını kaybetmiş bir dinselliğe dönük kayıtsızlık siyasi bir cephe de kazanabilir. Düzene tabi olmayı salık veren uyumcu dindarlık biçimleri düzenin aksak temellerinin hepten açığa düştüğü bir vasatta meşruiyetlerini yitirmeye başlar. Daha muhalif, itiraz diline dayanak olabilecek, belki öze dönüş talep eden, her halükarda daha eleştirel bir dini söylem için müsait iklim belirmiştir. Liberal Yahudilik ve liberal Hristiyanlığın iki dünya savaşından sonra gözden düşüp yeni-Ortodoks ilahiyatların nüfuz kazanması bu konuda ilginç bir örnek olarak incelenebilir.

Her salgın gerçeği talep edenlerle gerçeği örtmeye yeltenenlerin mücadelesine sahne olur. İstilaya uğramış bir toplumun düştüğü haller, insanların tavır almada sergileyebildiği tutukluk, türlü beşer düşkünlükleri ama bunların arasında yine de düzgün davranabilen bir küme insan... Salgınlar bize yalnızca bir hastalığa karşı sıhhi mukavemet derecemizi değil, bir siyasi veba karşısında da mukavemet imkânımızı düşündürmelidir. Öyleyse kendimiz için ders çıkarma adına şöyle söyleyebiliriz: Bir siyasi salgına duçar olmuş bir ülke için umut her şeye rağmen sorumluluk üstlenebilen doğru insanların varlığıdır.

KİMDİR?

Boğaziçi Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü’nden mezun oldu. Yüksek lisansını Fatih Üniversitesi Uluslararası İlişkiler programında, doktorasını Sabancı Üniversitesi Siyaset Bilimi programında tamamladı. 2005-2006 yıllarında Notre Dame Üniversitesi Erasmus Enstitüsü’nde misafir araştırmacı olarak bulundu. 2002 yılından beri Bilim ve Sanat Vakfı Medeniyet Araştırmaları Merkezi’nde çalışmalarını sürdürüyor. Divan Disiplinlerarası Çalışmalar Dergisi yayın kurulu üyesi.

YORUMLAR
YORUM YAZ
UYARI: Hakaret, küfür, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. (!) işaretine tıklayarak yorumla ilgili şikayetinizi editöre bildirebilirsiniz.
Bunlar da İlginizi Çekebilir