Ne kalmış Yeşil Türbe’den başka, Bursa’da? Tanpınar’ın şairane benzetmesiyle “zümrütten yontulmuş büyük kadeh” Bursa Ovası kırılmış, parçalanmış. Modernite zapt etmiş her yeri...
ÖMER FARUK
Bursa’dayım. Koltuğumun altında ‘Beş Şehir’. Yol boyu kaç kez dinledim ‘Bursa’da Zaman’ şiirini YouTube’dan, bilmiyorum.
Kaçıncı gelişim ve kaçıncı okuyuşum ‘Beş Şehir’i bu saymadım ama Tanpınar’ı daha iyi anlıyorum Bursa sokaklarında. Batılılaşmanın/Modernitenin pek de el değemediği türbeleri ve camileri dolaşırken ben de hissediyorum hayatımızda ‘kaybolan şeylerin’ ardından duyulan o derin hüznü. Yıldırım Beyazıt’ta, Muradiye’de, Emir Sultan’da, Yeşil Türbe ve Yeşil Cami’de, Koza Han’da, Ulu Cami’de… Bursa bir bellek çünkü: Osmanlı’nın ‘çocukluk hatıralarının’ izini taşıyor sessiz ve serin taşlarında çeşmelerinin, türbelerinin, camilerinin… Evet, Tanpınar haklı: “Cetlerimiz inşa etmiyorlar, ibadet ediyorlardı. Maddeye geçmesini ısrarla istedikleri bir ruh ve imanları vardı. Taş, ellerinde canlanıyor, bir ruh parçası kesiliyordu. Duvar, kubbe, kemer, mihrap, çini, hepsi Yeşil’de dua eder.”
Manguel’in ‘Tanpınar’ın İzinde Beş Şehir’ isimli deneme kitabını da almıştım yanıma, ‘tekrar’ okumak için. Kitaplara, okumaya ve kütüphanesine dair yazdıklarıyla her zaman ilgimi çekse de Manguel, bu kitabını ilk okuduğumda da Bursa gezim vesilesiyle ‘ikinci okuyuşumda da’ bir hayli zayıf ve ilgisiz buldum doğrusu yazdıklarını. Zaten kendisi de “Türkiye’nin yakın tarihi ve görkemli Osmanlı geçmişi hakkında neredeyse hiçbir şey bilmediğini” itiraf ediyor giriş niyetine kaleme aldığı ‘özür’ metninde. İstanbul’a dair yazdığı kitabı düşününce, ‘Tanpınar’ın İzinde’ isimli bir uzun denemeyi, onun ‘edebi izini’ takip eden Orhan Pamuk’tan okumak çok farklı ve ilginç bakış açılar kazandırabilirdi bize, diye düşünüyor insan ister istemez. Keşke, diyelim; belki bir gün...
İnsanın “çevresiyle tezat oluşturan kitaplar okuması gerektiğine inanıp” Yeşil Cami’nin avlusunda bir ağaç gölgesine oturarak Robinson Crusoe’u okuyan Manguel’e hak veremedim. ‘Tanpınar’ın izinde’ Bursa sokaklarında-caddelerinde yürürken yanımda getirdiğim ‘Beş Şehir’i karıştırıyor, her neredeysem oraya dair, Tanpınar ne yazmışsa onu okuyor, ister istemez yitirilen koca bir İmparatorluğun, koca bir geçmişin, koca bir medeniyetin ‘yasını’ tutuyordum. Kimi zaman değiştirme gereği duyarak bazı yerlerini. Mesela: İnşa etmiyor, ‘inkâr’ ediyoruz. Maddeye kastettiğimiz bir ruhsuzluk ve inançsızlık var. Beton, elimizde canlanıyor, bir ‘ruhsuzluk’ parçası kesiliyor. Ovanın kalbine saplanmış yüksek gökdelenler, çirkin apartmanlar, beton bloklar, caddelerdeki tabela kalabalığı, hepsi Bursa’da ‘inkâr’ eder: buranın bir ‘Türk ve Müslüman şehri’ olduğunu. Bir zamanlar bir medeniyetin filizlenip burada yeşerdiğini…
Yazık! Tanpınar’ın gururla bahsettiği ‘kuruluş çağının havası’ gide gide sürülüp süpürülmüş, birkaç türbenin ve caminin bahçesine sıkıştırılmış. Birkaç basamak inince Yeşil’den, köşeyi sapıp, türbeyi-camiyi ‘kendi zamanına’ terk edip arkanızda bırakınca, ‘herhangi bir kentin’ caddesinde buluveriyorsunuz kendinizi. Ne büyüsü kalır Bursa’nın bundan sonrasında? Hiç! Hani ovanın yeşili, göğün mavisi? O meşhur Doğu seyahatinde gördüğü hemen her şeyden tiksinti ve küçümsemeyle bahseden “Andre Gide’leştiğimi” fark ediyorum ürpererek ama gerçek bu: gördüklerim bana hayranlıktan çok ‘öfke ve acı’ veriyor çünkü. Ne yapayım? Gide’i bile seyahati boyunca yumuşatıp kendine hayran bırakan ne kalmış Yeşil Türbe’den başka, Bursa’da? Tanpınar’ın şairane benzetmesiyle “zümrütten yontulmuş büyük kadeh” (Bursa Ovası’ndan söz ediyor) kırılmış, parçalanmış. Modernite zapt etmiş her yeri. Bu günahın sahibi yalnız, “elmayı ısır” diyen Havva’nın mı? Âdem de en az Havva kadar günahkâr. Batılılaşıp ölümsüzlüğe erişmek isteyen elitlerimiz modernleşmeyi geçmişe ait olan her şeyi ‘yıkmak, inkâr etmek, unutmak’ olarak anladılar, evet. Ya geleneği muhafaza ve ihya etmek yerine, Batı’nın ‘apartman çirkinliğini’ kentlerimizin bağrına taşıyıp getiren sözüm ona bizim insanımız? Zamanını yitiren yalnız Bursa mı? ‘Tanpınar’ın Beş Şehri’ çoktan düştü içeriye sızan bir hediye tahta at ile. Hiç kimse itiraz etmedi. Hepimizi aldattı, bizi daha modern kılacağını sandığımız bu parlak tahta at. Ankara, Erzurum, Konya, İstanbul… Ve bütün Türkiye. Ruhunu kaybetti. Artık ‘bize özgü’ bir üslubumuz, sesimiz, mimarimiz, şiirimiz yok!
Yine de seviyorum Bursa’yı. Ya da bana görkemli ama görkemli olduğu kadar sıcak, ruhani ve sade bir medeniyetin varisi olduğumu hatırlatan Bursa’nın ‘tarih ve mazi’ kokan bahçelerini, henüz el değmemiş köşelerini. Ölmek istesem burada ölmek isterim. Doğmak istesem tekrar, burada doğmak…