Türk-Yunan sınırında tanık olduğu göç hikayelerini ‘Sınırlar’ kitabında anlatan İspanyol gazeteci Andrés Mourenza: “Sahada geçirdiğim 20 yıl sınırlara bakış açımı kökten değiştirdi. Sınırların ortadan kalktığı bir AB ülkesinden geliyor, sınırları sadece geçilecek bir nokta olarak görüyordum. Hikâyeleri duyduğunuzda içinizde bir şeyin kırılmaması imkânsız. Göçmenlerin ve mültecilerin neden göç etmek zorunda kaldıklarını anlamaya çalışmadan onlara karşı ırkçı tutumlar sergileyenlere öfkeleniyorum.
SEDAT PALUT
2005 yılından beri Türkiye’de yaşayan El País yazarı İspanyol gazeteci Andrés Mourenza’nın ‘Sınırlar: Türk-Yunan Sınırından İnsan Hikayeleri’ kitabı Ayrıntı Yayınlarınca okura sunuldu. Mourenza, Türkçeye Ezgi İrgil’in aktardığı kitabında Türk-Yunan sınırında insanlığın ortak acılarını ele alırken, her iki toplumun tepkileri üzerinden göç olgusunun yarattığı sosyolojik değişime de ışık tutuyor. Yazarla, KARAR okurları için konuştuk.
-Biyografinizde sizi tanıtan cümleler içinde “2005 yılında Türkçe öğrenmek için İstanbul’a taşındı,” ifadeleri yer alıyor. Türkiye ve Türkçe merakınızın temel sebebi nedir?
Aslında her şey bir aşk hikâyesiyle başladı :) İtalya’da Erasmus yaparken bir Türk kızla tanıştım, ve Türkiye’ye taşınmaya karar verdim (onun İspanya’ya taşınması daha zordu — işte sınırlar). O zamanlar Türkiye hakkında çok fazla bilgim yoktu, sadece Atatürk hakkında bazı temel bilgilerim vardı. Babam büyük bir Atatürk hayranıdır ve kardeşime ve bana onun laik politikalarını anlatırdı; İspanya'da Atatürk gibi bir laik liderin olmamasına üzülüyordu. 2005 yılında AB–Türkiye üyelik müzakereleri yeni başlamıştı. Bu yüzden gazetecilik kariyerime başlamak için iyi bir fırsat olduğunu düşündüm. Her zaman uluslararası haberler yapmak istemiştim ve o zamanlar Türkiye’de hiçbir İspanyol gazeteci yoktu. Elbette, ülkeyi gerçekten anlayabilmek için dili öğrenmek benim için son derece önemliydi.
-“Sınırlar” kitabınızda yakın zamanı merkeze alarak Türkiye ve Yunanistan’daki göçmen hikayelerini anlatıyorsunuz. Göçmenlerin, mültecilerin yaşadıklarını… O hikayeleri bizzat dinleyen ve yaşayan birisi olarak sizde nelerin değişmesine vesile oldu, bu hikayeler? Öncesi ve sonrası için neler söylersiniz?
Sahada geçirdiğim 20 yıllık çalışma, sınırlar konusundaki bakış açımı kökten değiştirdi. Kitabımda da açıkladığım gibi, sınırla ilk karşılaştığımda görüşlerim tamamen farklıydı. Sınırların ortadan kalktığı bir AB ülkesinden geliyordum. Sınırları sadece geçilecek bir nokta olarak görüyordum—bir yerden uzaklaşmak için bir geçit. Onları, sınır boyunca yaşayan insanların hayatlarını belirleyen hem fiziksel hem de psikolojik birer duvar olarak görmüyordum. Ama savaşlardan ve çatışmalardan kaçan mültecilerin korkunç hikâyelerini dinlemek gerçekten çok zor. Örneğin, Kuzey Yunanistan’da bir mülteci kampında tanıştığım 5 yaşındaki Afgan bir çocuğun hikâyesini hiç unutmuyorum. Büyükbabasıyla birlikte seyahat ediyordu. Büyükbabası, uluslararası bir kuruluşun tesisinde aşçıymış. Taliban, ona tesisin kapısını açması karşılığında para teklif etmiş. Ama o, kapıyı açarsa içerideki tüm yabancıların öldürüleceğini bildiği için reddetmiş. Taliban ise intikam olarak karısını, oğlunu ve gelinini öldürmüş. Torununu alıp 5.000 kilometre yol kat ederek sığınma arayışına girmiş. Çocuk sürekli annesini soruyordu, onu özlüyordu. Büyükbabası ise onu teselli etmeye çalışıyordu: “Artık ben senin hem baban hem de annenim,” diyordu. Böyle hikâyeleri duyduğunuzda içinizde bir şeyin kırılmaması imkânsız. Bu yüzden, göçmenlerin ve mültecilerin neden göç etmek zorunda kaldıklarını anlamaya çalışmadan onlara karşı ırkçı ve yabancı düşmanı tutumlar sergileyenlere öfkeleniyorum.
-Mültecilerin hikayelerinde “ölümü göze alarak” bir terk ediş söz konusu. Nasıl bir ruh halidir bu, nasıl tanımlarsınız?
Kendim de göçmen bir aileden geldiğim için göçmenlerle empati kurmaya eğilimliyim. Babaannemin ve büyükbabamın neredeyse tüm kardeşleri 1950’lerde göç etti—bazıları Arjantin’e gitti ve bir daha birbirlerini hiç göremediler. Babaannemle büyükbabam de, İspanya’nın Galicia bölgesindeki yoksul, küçük köyünden daha iyi bir yaşam aramak için Barselona’ya taşındılar. Bunu, oğulu —yani babam—için yaptılar, ona daha iyi fırsatlar sunabilmek için. Onlar için kolay olmadı ama eğer bugün gazeteciysem ve tatmin edici bir hayatım varsa, bu o zaman verdikleri zorlu emeğin sonucudur. Ama göç süreçlerinin, özellikle birinci kuşak için, ne kadar köklerinden koparan bir his olduğunu da biliyorum. Dedem bir gün Barselona’daki evinde bana şöyle demişti: “Burada kendimi evimde gibi hissetmiyorum ama köyüme döndüğümde de artık oradan biri gibi hissetmiyorum. O kadar uzun süre uzak kaldım ki.” Bu duygular, göç eden herkesin ortak noktasıdır—ister benim ailem, ister Almanya’ya giden Türkler, isterse Türkiye’ye gelen Afganlar olsun.
-Kitapta Nüfus Mübadelesi ’ne de değinmişsiniz. Her iki devletin toplumu ve devleti millileştirme çabası XX. yüzyılın başında toplumsal bir travmaya sebebiyet verdiğini söyleyebilir miyiz?
1912 ile 1923 yılları arasında, bugünkü Yunanistan ve Türkiye topraklarında yaşanan ardı ardına savaşlar her iki toplum için de büyük bir travma oldu. Sonrasında yaşanan nüfus mübadelesi ise, sadece bu olayı yaşayanlar için derin bir travmaydı. Elbette bazı insanlar savaş ve zulümden kaçtıkları için diğer ülkeye ulaşmak bir rahatlama oldu. Ama birçok kişi için bu, zorunlu bir yer değiştirmeydi: Komşularıyla hiçbir sorun yaşamamış ya da süren savaşlara hiçbir şekilde karışmamış olmalarına rağmen, yüzyıllardır yaşadıkları yerleri terk etmeye mecbur bırakıldılar. Bu, Karamanlılar ve Kapadokya Rumları ya da Kuzey Yunanistan’daki Müslümanlar için geçerliydi. Onlar için bu göç, bir duygusal kırılmaydı—hiçbir bağlarının olmadığı, yabancı bir dünyada yaşamaya zorlanmak. Ama duyguları susturuldu. Her iki ülkede de resmî anlatı, bunun “tek çözüm” olduğu yönündeydi. Ve millileştirme ve homojenleştirme çabaları, bu meselelerin onlarca yıl boyunca konuşulmasını imkânsız hâle getirdi. Bu da demek oluyor ki, her iki millet de tarihinin bir kısmından mahrum bırakıldı. Bugün İzmir’e gittiğinizde neden eski Rum Ortodoks Hristiyan nüfusu hakkında neredeyse hiç bilgi yok? Onlar da Müslümanlar ve Yahudiler gibi Osmanlı vatandaşıydı. Selanik için de aynı şey geçerli—nüfus mübadelesine kadar şehrin en büyük gruplarından biri olan Türk nüfus hakkında neredeyse hiçbir şey yok. Kitapta, geçmişteki nüfus mübadelesi hikâyelerini bugünün göç hikâyeleriyle birleştirmek, bilinçli bir karardı. Böylece bugünün Türkleri günümüz göçmenlerinin ve sığınmacılarının yerine kendilerini koyabilsin. Çünkü bu ülke de göçmenler ve mülteciler tarafından inşa edildi.
OLAN HEP EMEKÇİLERE OLUYOR
-Göçmen ve mülteci sorunların yaşandığı ülkelerde milliyetçiliğin yükseldiğini görüyoruz. Bu milliyetçiliğin geleceği hakkında ne düşünüyorsunuz. Kalıcı mıdır yoksa mülteci sorunu çözülünce siyasal milliyetçilik etkisini yitirir mi?
Göçler ne göç edenler ne de ev sahibi toplumlar için kolaydır. Bu da kitapta anlattığım bir konu: Sınır boyunca yaşayan birçok insanın bu durumun hayatlarını nasıl etkilediğine dair tanıklıklarına yer veriyorum. Ama göç her zaman vardı ve her zaman olacak. Türk ulusunun kökeninde de göç vardır; Orta Asya’dan daha iyi bir yer aramak ve diğer kabilelerin tehditlerinden kaçmak için yola çıkan Türk boyları, Anadolu’nun yerel halklarıyla (ki onlar da zamanında göç etmişti) karıştı. Her ülkeden milliyetçiler bunu unutmamalı: İnsanlık tarihi boyunca millet daha iyi, daha güvenli topraklar arayarak hep göç etti. Eğer öyle olmasaydı, hepimiz hâlâ Afrika’da yaşıyor olurduk.
Kapitalist bir sistemde yaşıyoruz ve bu sistem eşitsizliği, çatışmaları ve iklim değişikliğini körüklüyor—göçün başlıca sebepleri bunlar. Bu nedenleri ele almadığımız sürece göç artarak devam edecek. Ve ne yazık ki, bu konuyu istismar etmeye hazır popülist ve yabancı düşmanı siyasi aktörler hep olacak. Avrupa Birliği’nin de burada büyük bir sorumluluğu var. Dünyanın en zengin ve en barışçıl bölgelerinden biri olan AB, doğal olarak göç edenler için hedef bir yer. Ancak AB bu konuda çok ikiyüzlü davranıyor: Rasyonel ve adil bir göç ve sığınma politikası oluşturmak yerine, düzensiz göçün sorumluluğunu insan kaçakçılarına yüklüyor. Oysa gerçekte, AB’nin duvarlar örme politikası düzensiz göçü teşvik ediyor ve insan kaçakçılarının kazancını artırıyor. Ayrıca, Türkiye, Libya veya Fas gibi üçüncü ülkelere, Avrupa yasalarının kendisinin yapmasına izin vermediği sınır dışı işlemlerini yaptırmak için para ödüyor. Bu çifte standartlar, sadece popülist ve ırkçı aktörleri güçlendiriyor. Ancak, popülist sağ ya da aşırı sağcı milliyetçiliğin yükselişini yalnızca göçle ilişkilendirmek yanlış olur. Bu durum, liberal düzenin kalkınma ve istikrar vaatlerini yerine getirememesi ve ana akım partilerin hükümetleri yeni nesillere daha iyi bir hayat sağlayacak şekilde yönetememesiyle de ilgilidir. 2008’deki büyük küresel finansal krizden sonra, bu krizi yaratan büyük şirketler, bankalar ve elitler hiçbir şekilde hesap vermedi. Olan yine emekçi sınıflara oldu. Bugünkü sağcı milliyetçilik dalgası—tıpkı geçen yüzyıldaki faşizmde olduğu gibi—sorumluluğu başkasına atmanın bir yoludur: Emekçi sınıflara, acılarının sebebinin kendilerini sömürenler değil, farklı kökenlerden gelen diğer işçiler olduğu fikrini aşılamaktır.