İbrahim Kalın’dan 'Heidegger’in Kulübesine Yolculuk'

İbrahim Kalın’dan 'Heidegger’in Kulübesine Yolculuk'

İbrahim Kalın’ın, ‘Heidegger’in Kulübesine Yolculuk’ kitabını okuyorum. Heidegger şehrin ve üniversite hayatının “insanı kıskaca alan boğucu atmosferinden” kaçmak ve okumak, düşünmek, ormanda yürümek, yalnız kalmak, yazmak için “kara ormanda” yaptırdığı “altı çarpı yedi” kulübesine, yani “kendi küçük bahçesine” kaçmıştı. Yüzyıllar önce Montaigne gibi...

İbrahim Kalın da 2019’da bu kulübeye yaptığı ziyaretten yola çıkarak Heidegger’in felsefesi üzerine düşünüyor; onun Varlık’a dair fikirlerini Yunus Emre’yle, Aşık Veysel’le, Molla Sadra’yla İbn Arabi’yle “birlikte” okuyor. Akıl ile Kalbin, Düşünce ile Sezginin buluşması!

Yine de İbrahim Kalın’ın, Heidegger’in “bizi götürmek istediği yer konusunda” şüpheleri vardır. Heidegger’de “kutsal bir ilke ve özne olarak” ortaya çıkan Varlık kavramının yerine Tanrı’yı ikame etmek, Heidegger’i Heidegger’e rağmen okuyup aşmak, felsefesine bulaşan “isi pası temizlemek” ister gibidir: “İnsan ancak olgusal ve ontik olandan, [Heidegger’in işaret ettiği, Ömer Faruk] atılmış ve fırlatılmış yerinden çıkıp aklen, ruhen ve varlıksal olarak kendi hakikatini kavramaya başladığında ontolojik manada sahih, sahici ve gerçek bir biçimde var olmaya başlar. [...] Kendini ancak Tanrı’yla irtibatlandırdığı zaman...”

Bunun yolu... Yani Heidegger’e göre “şeylerin kendisine” yönelmenin, Kalın’a göre “Tanrı’yla irtibatın” yolu “kır yaşamını” kent yaşamına tercih edip, Varlıkla saf, sade ve aracısız bir bağ kurmaktan geçiyor: “Şehir hayatı hakikat arayışımızı perdeler ve gölgeler.”

Uzun süredir [evlere kapandığımız pandemiden bu yana] düşünüyordum: Şehirde daha sade daha basit bir hayat mümkün değil mi? Konforlu kent yaşamını bırakıp, niçin kaçalım kırlara? Varlığın anlamını / hakikatini “caddelerde” de bulamaz mıyız? Tanrı’yla “şehirde karşılaşamaz” mıyız? “Kendi küçük bahçemizi” şehirde kuramaz mıyız?

Mümkün bence. Hatta mecburuz buna. “Dünyanın büyüsünü” [Max Weber] bozan Rasyonalite önce Tanrı’yı, sonra o boşluğu doldurabilecek ne varsa [bilim, felsefe, sanat] öldürüp bizi “nihilizm” uçurumuna sürüklediyse, onu yenebilmenin, modernitenin “çıkmazından” kurtulabilmenin yolu yine ve ısrarla “şehirde kalmaktan” geçiyor bence. Bizi haz / hız bataklığına saplayan, nesnelere boğan, Tanrı’yı “muayyen” günlerde hatırlanmak üzere “tapınaklara” kilitleyen, Varlığın anlamını ve hakikatini unutturan şehir yaşamından “kaçarak” değil... Şimdi ve burada kalarak, Tanrı’yla “dopdolu” var olarak!

Rahmetli Şerif Mardin’in “Volk İslam” diye nitelendirdiği “kasaba dindarlığına” inat “kentli bir dindarlığın” imkânlarından söz etmek istiyorum aslında. Dücane Cündioğlu’ndan ilhamla... Bir zamanlar o da çok duruyordu bu meselenin üzerinde: “Tanrının işaretlerini daha çok doğada aramaya alışmışız. Ağaçlarda, çiçeklerde, kuşlarda, hayvanlar âleminde aramışız. Ya yaylaya, kıra çıkmamız gerekiyor, geceleri gökyüzüne bakmamız gerekiyor. Ya da bolca belgesel izlememiz...” demiş ve sormuştu: “Acaba, Tanrı’yla, pazarda, alışveriş merkezinde, bir fabrikada, bir otobanda, büyük bir gökdelenin üstünde temas etme, onun ayetlerini görme imkânımız yok mu?” Sahi, yok mu?

Evet, Peygamber Efendimiz de şehirden usanıp Mekke’yi terk edip, mağaraya sığınırdı sık sık. Ama sonra kalkmış ve uyarmış, “Vahyi” merkeze taşıyıp büyük ve şehirli bir medeniyetin tohumlarını da atmıştı Mekke / Medine çölüne.

Modernite eleştirilerinin bizi getirip bıraktığı yer teknoloji, bilgisayar, otomobil, şehir, konformizm, kafe, cadde, sütlü kahve, aydın düşmanlığı, kır ve köylü popülizmi olmamalı. Bütün varlık Tanrı’nın bir tecellisiyse, onu görüp hissedebilmek için “inzivaya” çekilmemiz ya da düzeltelim, inzivaya çekilmek için “kırlara kaçmamız” gerekmez. Şehirleri, durup tefekkür etmemizi mümkün kılacak, evlerimizi, sokaklarımızı, kaldırımlarımızı, caddelerimizi ve parklarımızı bizi “yormayacak” sadelikte / basitlikte tasarlasak yeter sanıyorum. Tanrı’yı şehre “davet edebilmemiz” için, şehirlerimizi yıkıp “Vahyin ışığında” yeniden inşa etmeliyiz, diyorum.

Heidegger’e hak veriyorum, onun “asıl niyetini” umursamayarak. İçimizde biteviye büyüyen “çorak araziyi” yeşertmek istiyorsak, “bizi ancak bir Tanrı kurtarabilir!” Kafelerde, kaldırımlarda, neon ışıklı caddelerde, çağıldayan otobanlarda, kalabalıklarla birlikteyken de karşılaşıp sevebileceğimiz, teslim olabileceğimiz bir Tanrı. Aramaktan ve ümit etmekten vazgeçmemeliyiz. Bâyezid Bistâmî’nin dediği gibi: “Her arayan bulamaz, lâkin bulanlar arayanlardır.”

YORUMLAR (2)
2 Yorum
YORUM YAZ
İÇERİK VE ONAY KURALLARI: KARAR Gazetesi yorum sütunları ifade hürriyetinin kullanımı için vardır. Sayfalarımız, temel insan haklarına, hukuka, inanca ve farklı fikirlere saygı temelinde ve demokratik değerler çerçevesinde yazılan yorumlara açıktır. Yorumların içerik ve imla kalitesi gazete kadar okurların da sorumluluğundadır. Hakaret, küfür, rencide edici cümleler veya imalar, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar içeriğine bakılmaksızın onaylanmamaktadır. Özensizce belirlenmiş kullanıcı adlarıyla gönderilen veya haber ve yazının bağlamının dışında yazılan yorumlar da içeriğine bakılmaksızın onaylanmamaktadır.
Diğer Haberler
Son Dakika Haberleri
KARAR.COM’DAN