Kimi kitaplar vardır, ‘dönemi’ hiçbir zaman geçmez. Her zaman tazedir, her zaman okura bir şeyler söyler. Eric Hoffer’ın ‘Kesin İnançlılar’ı da bunlar arasında. 1930’ları tekrar yaşadığımız, herkesin ‘üçüncünün’ eşiğinde olduğumuzu söylediği bugünlerde Hoffer’ı da tekrar hatırlamalıyız sanıyorum.
ÖMER FARUK
Hoffer bu ünlü kitabında kitle hareketlerinin ‘aklı nasıl esir aldığını’ anlatır durur. ‘Kesin İnançlılar’ı San Fransisco limanında dok işçisi olarak çalıştığı günlerde kaleme almıştır. Okuduklarından çıkarttığı değerlendirmeleri, çalışırken aklına gelen fikirleri not ederek yavaş yavaş... Maden ocağına bağlı lojmanın kulübesinde bütün bir kış defalarca kez Montaigne okumuş, onun ifade gücüne hayran kalıp yazmaya heveslenmiş, kitap kurdu ve otodidakt bir sıradan okurdu Hoffer. 1951’de yayımlanan kitabın olağanüstü başarısına rağmen rıhtım hamallığından kalan zamanında okumayla, uzun yürüyüşlerle, düşünceyle, -yine- not tutmayla geçen günlük mütevazı ve münzevi yaşamını hiçbir zaman değiştirmedi.
Hoffer, “milliyetçi, devrimci ve dini kitle hareketlerinin ortak yönleri nelerdir?” sorusuna cevap aradığı ‘Kesin İnançlılar’ isimli kitabında “Bu kitap, bütün kitle hareketlerinin birbirinin aynı olduğunu iddia etmemektedir, fakat bazı temel karakteristikler kitle hareketlerinde öylesine ortaktır ki, bu onların aynı aile içinde görünmesine imkân vermektedir” diyor. ‘Kesin inançlılarda’ gördüğümüz ortak tavırlar: Hoca, şeyh, düşünür, yazar ya da bir politikacıya ‘seçilmişlik, yanılmazlık, mehdilik ve kutsallık’ atfetmek. Yüce amaçlar ya da dava uğruna her türlü ahlaki, dini, insani değeri, ilkeyi çiğnemek hakkını kendinde görmek. Düşünceyi dondurmak, bir tabu, bir dogma, bir inanç haline getirmek.
Harekete, fikre, akıma mensup kişilere özgü selamlaşmalar, kaideler, ritüeller geliştirmek. Karşıt görüşü ötekileştirmek. Özeleştiriden kaçınan, eleştirilere kapalı bir zihin. Lidere mutlak itaat! ‘Fanatikçe inanan’ kalabalıklar ne kadar birbirlerine karşı görünürse görünsün, az ya da çok benzer tepkiler, benzer refleksler vermiyorlar mı?
Gergin dönemlerde kuşku yerini itaate, akıl yerini imana, benlik yerini ‘kahramana’ bırakır. Güvenlik özgürlükten önemli ve önceliklidir çünkü. Bir örgüt, cemaat ya da hareket tarafından büyülenmemizin altında yatan temel nedenlerden birisi de belki ‘kahramanlara’ duyduğumuz ihtiyaçtandır.
Çocukluğumuzdan bu yana ‘masallarla’ büyütülmüşüz. Annemiz, babamız, öğretmenimiz, bir sanatçı ya da... Hepimizin hayatta -belli bir dönem- taklit ettiği, “O olsa ne yapardı? Onun gibi olmak için nasıl davranmalıyım?” dediği birisi olmuştur. Kahramanlarımızı taklit etmekten, kendimiz olamayız, kendimiz olmaktan çıkarız. Özgüvenimizi yitiririz.
Gündüz Vassaf, ‘Cehenneme Övgü’de kahramanlara duyduğumuz ihtiyacı eleştiriyor: “Kahraman olmayınca, bizler, birer bireyiz. Kahramanlarla birlikte ise bir grup oluşturuyoruz. Gruplar uyum yeteneğine sahiptir ve yasaları vardır. Bireysel olarak yaşarız, oysa kolektif olarak ancak varlığımızı sürdürürüz... Kendimize inanmadıkça, bireyselliğimizi vurgulamaya gücümüz yetmedikçe, grubun ardı sıra sürükleniriz.”
Her kitle hareketinin bir kahramanı, rol modeli vardır. Hareketin mensupları -içimizde var olan taklit etmek dürtüsüyle de- kahramana bakarak nasıl davranmaları, nasıl düşünmeleri, ne yapmaları gerektiğini öğrenirler. Kahraman (lider) taklit edilecek mükemmel bir örnektir. Cemaatin, hareketin, örgütün idealleri kahramanın davranışlarında, tavırlarında, hayat hikayesinde somutlaşmış, hatta mükemmelleşmiştir.
Peki bağnazlıktan, böylesi bağlılıklardan kurtulmanın, serbest düşünmenin, sürüyü terk etmenin, kişilik sahibi olmanın yolu ne? Bazan dini veya ideolojik bir davanın adamı olmakla gururlanan arkadaşlarımın evlerini ziyaret ettiğimde derhal ‘kitaplıklarına’ bakarım: Neler okuyorlar, nelerle meşguller, yeni bir şey var mı diye. Bunu ortak yazarlarımız, ortak meselelerimiz var mı, öğrenmek için yaptığım gibi, onları biraz daha fazla tanımak için de yaparım. Çünkü kitaplıklarımız ‘ufkumuzun sınırlarını’ gösterir. Fakat, genellikle bir dava adamının kitaplığını incelediğimde, maalesef çok sesli bir konçerto değil de tek sesli bir marş dinlemiş gibi olurum: Aynı kitaplar, aynı konular, aynı ezberler...
Gençlik yıllarında edebi metinler okumak ‘empati’ duygumuzu geliştirir. Roman okumak farklı hayatların içine girmemizi, başka kültürlerle, inanç ve fikirlerle tanışmamızı sağlar. Bu da kendini ‘tek yol, tek hakikat’ olarak dayatan ideolojiler tarafından hipnoz edilmemizi engelleyebilir. Kitaplığımızı ne kadar zenginleştirirsek ne kadar farklı kitaplar okursak o denli hoşgörülü, açık fikirli, kuşkucu, itiraz etmekten, soru sormaktan, kendi düşüncelerini savunmaktan korkmayan açık fikirli özgür bireyler olabiliriz.