Görüşler

Salgın: Mihrak nerede?

Salgın: Mihrak nerede?

‘Dindarca Öldürmek’ kitabının yazarı Muhsin Altun “Uzmanlar sosyal mesafemizi artırmamızı önerseler de coğrafi mesafeler söz konusu olduğunda aynı şeyi yapamayız, ülkemizi soyutlayıp ticari temaslara son veremeyiz” diyor.

M.Ö.1200-1150 yılları arasında, Yakındoğu’da Bronz Çağının sonunu getiren bir dizi felaketin ardından zamanın küresel güçlerini temsil eden krallıklar birer birer yıkıldı. Geride sadece ağır yaralı kurtulan firavunlar Mısır’ı kalmıştı.

Hititlerin M.Ö.1200 civarında tarih sahnesinden çekilmesi, esasen saray merkezli (palatial) yönetim sistemlerinin çöküş sürecinin bir parçasıydı. Sarayla birlikte, varlığı ona bağlı tapınaklar, dinler, sanatlar ve ticaret yolları da yok oldu. Kâtipler, bezirgânlar, saray muhafızları ve rahipler, hor gördükleri emekçilerin yaşam düzeyine indiler. Tarihe “Deniz Halkları” olarak geçen saldırgan kitlelerin ciddi bir direnişle karşılaşmadan bölgede giriştiği istila hareketi kitlesel göçleri tetikledi. Büyük kentler yakılıp yıkıldı, diğerleri boşaldı. Felaket “şiddetli, ani ve kültürel olarak yıkıcı” idi. “Antik Karanlık Çağ” başlamıştı.

Antik uygarlıkların görece kısa bir sürede yıkılıp gitmesi, pek çok kaynak tarafından peş peşe yaşanan depremler, volkanik patlamalar, kuraklık, kitlesel göçler ve yönetim sistemlerinin nihai çöküşüyle ilişkilendirilir.

Sonuncusunu ele alalım: Toplumsal katmanlaşma ve sınıfsal ayrımların tahkimine yönelik politikalar sürdürülemez hale geldiğinde çöküş de kaçınılmaz olur. Bronz Çağının kudretli krallıkları, -arkeolog C. Renfrew’in tarifiyle- “merkezi bir yerde oturan merkezi bir kişi”den ibaretti. Merkezi siyasal yapıları ayakta tutmanın maliyeti emekçi kitleler tarafından karşılanıyordu. Bu ise -hala Neolitik formunu koruyan- üretken kapasitenin sonuna kadar zorlanması pahasına mümkün olmaktaydı.

“Sömürü” sözcüğü henüz lügatlere girmiş değildi. Dahası, kralların gündeminde olası felaketlere hazırlıklı olmak gibi konular yoktu. Anıtsal mimari örneklerinin çeşitlendirilmesi, uzun mesafeli ticaretin geliştirilmesi ve yeni istila rotalarının keşfi gibi konular revaçtaydı.

Örneğin III. Amenofis Mısır’da büyük bir bayındırlık hamlesi başlatmış; kamusal yapılar için ilk kez bir “Kraliyet Baş Mimarlığı” kadrosu ihdas etmişti. Bu kadro mevcut karayolu ağını geliştirip seyahati kolaylaştırarak vergi gelirlerini artırdı. Akdeniz çevresindeki ülkeler yanında Ortadoğu ve Hindistan ile ticari temaslar yoğunlaştı.

III. Amenofis dindar bir firavundu; küçük bir güneş kursu olan Aten’i ailesinin özel tanrısı konumuna yükseltti. M.Ö.1353’te öldüğünde, 38 yıllık iktidarından geriye 250’nin üzerinde bina ve tapınağın yanı sıra savaş ve şifa tanrıçası Sekhmet adına dikilmiş 700’ün üzerinde devasa heykel kaldı. Tahta geçtiği yıl Nil’in doğu yakasında açtırdığı taş ocakları, rezervleri tükendiği için kapanmış; ülkede nerdeyse hiç taş kalmamıştı.

Bu ve benzeri örnekler, saray merkezli yönetim sistemlerinin ani çöküşünü açıklar: Sistem risklerin yönetilmesinden ziyade yok sayılmasına ya da mümkünse halka transfer edilmesine dayalı olduğundan vergi akışı kesildiği anda savunmasız ve kırılgan hale gelir. Nihai çöküşü tetikleyen kritik moment, üretken kapasitenin vergi ödeme gücünü kaybetmesidir.

Artık doğadan gelen bir dirsek vuruşu yeterli olacaktır: Deprem ve volkanik patlamaların eşlik ettiği kuraklık, zayıflayan biyolojik-toplumsal beden ve ardından baş gösteren bir salgın senaryoyu tamamlar. Çoğu tarihçinin Bronz Çağı krallıklarının peş peşe yıkılışını, tarihe “Hıyarcıklı Veba” olarak geçen salgına bağlaması bundandır.

Yazılı kaynaklar bu dönemde yaşanan dört büyük hıyarcıklı veba salgınından söz etmektedir: Hitit devletini sarsarak başkent Hattuşa’nın bile boşalmasına yol açan veba (M.Ö.1322), firavun Merneptah döneminde Mısır’da yaşanan veba (M.Ö.1230), “Aşdod Vebası” olarak da bilinen Filistin vebası (M.Ö.1130), Davud Peygamber zamanında üç günde 70.000 kişinin ölümüne yol açan ve yine hıyarcıklı veba olduğu tahmin edilen salgın (M.Ö.1017).

Veba salgınları Avrupa kıtasının ilk “gelişmiş” kültürü sayılan Miken uygarlığının da sonunu getirdi (M.Ö.1110). Üç büyük salgın boyunca nüfus kademeli olarak salgın öncesi dönemin üçte birine kadar düşmüştü. Sonuç, tarımsal üretimde ciddi bir azalış oldu. Girit adası nerdeyse boşalmış, 1300 odalı Knossos sarayı yağmalanmıştı. Sağ kalanların çoğu Kıbrıs ve Doğu Akdeniz kıyılarına göç etti. Ancak buralar da vebadan bağışık değildi.

Arkeologlar, Bronz Çağında saltanat süren III. Amenofis dönemine ait çok az bronz eşya bulabilmişlerdir. Nedenini Kıbrıs kralının özür dileyen mektubundan öğreniyoruz: Bakır madenlerinde çalışan bütün işçiler salgın sırasında ölmüştü. Neyse ki seleflerinden kalan çok sayıda bronz ayna, yemek takımı ve dekoratif balta başları vardı.

Hitit kralı II. Mursili de dindar bir kraldı. Hatta bir keresinde güneş tanrıçasına şöyle yakarmıştı: “Ey tanrım, nedir bu yaptığın? Hatti ülkesine indirdiğin bu veba her şeyi öldürüyor. Kimse sana adanmış somun ve şarap hazırlayamıyor. Tanrının tarlalarını süren çiftçiler öldü. Bütün bilgimiz kayboldu ve doğru yaptığımız her şey hiçbir şey oldu.” Babasını ve kardeşini salgında kaybeden II. Mursili, fırtına tanrısına yakarışında ise vebayı ülkeye Mısırlı savaş esirlerinin getirdiğini söyleyecekti.

Uzun süren iktidarında önemli bir askeri operasyonu bulunmayan III. Amenofis, ülkenin sınırlarını Suriye’ye doğru genişleten dedesi III. Thutmose (M.Ö.1479-1425) döneminde bile anılmayan düşük statülü tanrıça Sekhmet’i özellikle onurlandırıyordu. Güneş tanrısı Ra, insanları cezalandırmak istediğinde kızı Sekhmet’i gönderir, o da savaşlar ya da salgın hastalıklarla onları terbiye ederdi. Sekhmet adına dikilen heykellerin çoğunda, gizemli biçimde ortadan kalkan ve başka kayıtlarda rastlanmayan köy ve kasabaların adları yazılıydı. Kim bilir belki de dindar firavun vebaya karşı onun tanrısal kapasitesinden bir şeyler ummuştu.

Kaynaklardan, III. Amenofis’in veba süresince diğer tanrılarla da iletişim kurduğunu öğreniyoruz. Onların ilham etmesiyle, enfekte olmuş 80.000 kişiyi Nil’in doğu yakasındaki taş ocaklarına çalışmaya gönderip izole etti. Yürürlüğe koyduğu ikinci çözüm birincisinden daha özgün gibidir: Vebadan hiç söz etmemek.

III. Amenofis, başta inşaat işleri olmak üzere iktidarı sırasındaki her olayı ayrıntılı biçimde kaydettirme konusunda tutkulu bir firavundu. Buna karşın, iktidarının 12. ve 20. yılları arasındaki 8 yıllık dönemde Mısır’ı kasıp kavuran vebaya dair nerdeyse hiç kayıt yoktu. Arkeolojik bulgular, bu yıllarda becerikli usta yokluğundan anıt mezarların kalitesinin düştüğünü; geleneksel defin pratiklerinin yerini toplu mezarların aldığını gösteriyor. Mezar ressamlarıyla ünlü Deir el Medina kenti boşalmış, baştanbaşa ateşe verilip yakılmıştı. Keza, altın üretimi de bariz biçimde azalmış, maden işçilerinin topluca yaşadığı Nil boyunca uzanan bitişik evler yıkılmıştı.

Karnak’ta bulunan bir yazıttan, Nil vadisinde yaşanan bir “şeyden” sonra III. Amenofis’in geride kalan Amon rahiplerinin sayılarak boşalan kadroların doldurulması için emir verdiğini öğreniyoruz. Vadide yaşanan şeyin ne olduğu açıklanmamıştır. Firavun ise bu arada Karnak’taki sarayını boşaltmış, Nil’in batı yakasındaki Malkata’da inşa ettirdiği yeni saraya taşınmıştı.

III. Amenofis’in oğlu ve halefi Akenaten, “Amarna Yazışmaları” arasında bulunan bazı mektuplarında babası zamanında yaşanan vebaya dair bilgiler vermektedir. Örneğin bu dönemde III. Amenofis’in eşlerinden biri vebadan ölmüştü. Salgın saraydan içeri sızabiliyordu! Eşin ölümünü, Akenaten’in Babil kralı Burnaburiyas’a yazdığı bir mektuptan öğreniyoruz. Babil kralı I. Kadashman’ın 3.000 asker eşliğinde III. Amenofis’e gelin olarak gönderdiği prenses yolda vebadan öldüğünde durumu karşı tarafa bildirmek de yine Akenaten’e düştü.

Arkeolojik bulgular, Akenaten’in vebadan korunmak için kurduğu yeni başkent Amarna’da da vebanın varlığını kanıtlamıştır. Hıyarcıklı veba konusunda çalışan uzmanlar, salgına yol açan Yersinia pestis bakterisinin esasen son 20.000 yıldır Nil vadisindeki varlığından ve taşıyıcı Nil faresinin ona karşı bağışıklığından emindirler. Uzmanlar, bu vebanın III. Amenofis döneminde gelişen uluslararası ticaretin etkisiyle limanlara uğrayan gemilerdeki farelerden yayıldığı görüşündedir.

Vebanın tarihsel taşınma yollarını araştıran G. Morelli ve arkadaşlarının 2010 yılında Nature Genetics dergisinde yayınlanan araştırması, tarihe geçen 10 ayrı salgının çıkış noktasının (mihrak) Çin olduğunu ve başta İpek Yolu olmak üzere çeşitli yollardan dünyaya yayıldığını gösterdi. Toplam 92 global kaynaktan elde edilen bakteriyel izolatlarla Çin’den alınan 98 izolatı mukayeseli olarak analiz eden Morelli’nin ekibi, aralarında Türkiye’nin de bulunduğu çeşitli ülkelerden topladığı 17 Yersinia pestis izolatını genomik anlamda yeniden dizilime tabi tutarak bu sonuca varmıştı.

Geçim şartlarının zor olduğu toplumlarda ölüm ve hastalıklar hayatın olağan akışına dahildir. Saraylar dışındaki kitlelerin günlük temel kaygısı, basitçe hayatta kalmaktır. Onlar “Survivor” oyununun gerçek yarışmacılarıdır.

Uzmanlar sosyal mesafemizi artırmamızı önerseler de coğrafi mesafeler söz konusu olduğunda aynı şeyi yapamayız; ülkemizi diğer ülkelerden soyutlayıp ticari temaslara son veremeyiz. Ulrich Beck’in yıllar önce yazdığı gibi, yaşadığımız toplum artık sanayi toplumu değil risk toplumudur. “Koronavirüs” koşulları, bu toplumun maruz bulunduğu çevre ve sağlık risklerinin katılımcı bir anlayışla yönetilip sigortalandığı bir sistemi dayatmaktadır.

Saray merkezli yönetim sistemlerini koşullandıran “ekonomi-politik” yapıyı ve onu kutsayan din anlayışını değiştirmediğimiz sürece III. Amenofis’in çözümlerini ve II. Mursili’nin dualarını tekrarlamak zorunda kalabiliriz. Mihrak Çin’de değil kendi siyasal-toplumsal bedenimizdedir.

YORUMLAR
YORUM YAZ
UYARI: Hakaret, küfür, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. (!) işaretine tıklayarak yorumla ilgili şikayetinizi editöre bildirebilirsiniz.
Bunlar da İlginizi Çekebilir