Ahmet Sarı: Vicdan da kalp gibi çarpmalı

Ahmet Sarı: Vicdan da kalp gibi çarpmalı

Yedinci öykü kitabı ‘Annemi Bir Uğultuya Yasladılar’ı okurla buluşan Ahmet Sarı “Vicdan işlerliğini yitirmişse insan oluşlukta bir arıza var” diyor. İnsanı iyiliğe götürecek vicdanın hiçbir zaman etkisini kaybetmemesi gerektiğini belirten yazar “Kalp nasıl çarpıyorsa, vicdan da hayatiyet belirtisi göstermeli, görevini gerçekleştirmeli” ifadesini kullanıyor.

ZEYNEP DELAV | KARAR

En önce şair, yazar ve akademisyen olan Ahmet Sarı, çeviriden öyküye birçok alanda eser veren münbit bir kalem. Her alandaki çalışkanlığı, gayreti ve yorulmadan üreten hali elbette okurun da yüzünü güldürüyor. Kendisiyle üretmeden geçen zaman diliminde karşılaşmanız neredeyse imkansız. Tezgahında öykü kitabı yoksa, çevirisi vardır, o da yoksa edebi araştırması. Bazen hepsi... Bu dünyada, bu göğün altında sıradan ile sıra dışı arasındaki görünmez örtüyü aralamak, kendisi farkında mı bilmiyoruz ama Ahmet Sarı’nın en büyük yeteneği.  Kendisiyle öykülerinden, araştırmalarına kadar edebiyatın birçok başlığını KARAR okurları için konuştuk…

Öncelikle harf, kelime sizde mübarek neredeyse ekmek gibi bir şeye denk düşüyor. Yanlışsam düzeltin... Neden bu kadar yüksek bir yerde sizin için, ne ifade ediyor?

AS- Müstakimzade Süleyman Sadeddin’e ait olan ve hattatların hayatlarının anlatıldığı ‘Tuhfe-i Hattatin’ adlı kitapta, ‘Harfleri melekler bekliyor’ ibaresi geçer. Daha sonra Tanpınar’dan da aynı minvalde bir alıntı görmüştüm, o da Müstakimzade’ye atıf yaparak “Her harfin bir meleğinin olduğunu” bizlere aktarır. Bu alıntıdan ve Bahaddin Karakoç’un, yazdığı hiçbir şeyi çöpe atmadığını duyduktan sonra bende harfe, kelimeye karşı bir saygı da başlayıverdi. İnsanımızın ekmeğe; yerde görülünce Kur’an yazısı olarak varsayılıp, öpüp alına konulup yüksek yerlere kaldırılan Arabi yazılara gösterdikleri saygı haricinde yazılı olana; bir hafızada demlenmiş, ağır ağır vücut bulmuş, sonra doğmuş her hurufata karşı saygı denebilir buna. Harflerin bende neden bu kadar yüksek bir yerde olduğuna cevabım ise şu olabilir. İnsan cennetten bütün isimleri yedeğine alarak inmiştir. İsimler (esma) aslında hurufattan başka bir şey değildir. Şifahi olan eninde sonunda yazılı hale gelir. Bu bakımdan isimlerle varlık, varoluş, insan oluş, oradan da belki yaratılanların en şereflisi oluşluğa doğru bir yol vardır. Esma ve hurufat olmazsa varlık eksik kalır kanaatindeyim. Esmanın cisimleştiği hurufat da ana rahminde can bulmuş ceninin daha sonra dünya görmesi kadar önemlidir. Doğmuşsa, artık hafızadan meleği ile dünya görmüşse, varlık bulmuşsa çöpe atılmamalı, öpüp yüksek yere konulmalıdır.

Birçok farklı disiplinlerde eserler veriyorsunuz. Çevirileriniz var, araştırma-deneme türü kitaplarınız var bir de kurmaca metinleriniz (öykü kitapları) var. Bu birini seçin demek değil elbette ancak sizi en çok hangisi heyecanlandırıyor? Örneğin, Rilke’nin hayatının çevirisini yapmak mı yoksa Rilke’nin hayatının hiç bilinmeyen yönlerini araştırma konusu edip kitaplaştırmak mı ya da Rilke’den esinlenip öyküsünü yazmak mı?

Çeviriye çok mesai vermiş biri olarak şunu söyleyebilirim dil bilen, bir şekilde dil ile yüzleşmiş ya da bahtında dil ile buluşup iyi dil bilebilmiş birinin kesinlikle çeviriler yapması gerektiğine inanıyorum. Bu onun kendi diline olan borcudur. Akademisyen, Germanist olduğum için Türkiye’de Anglistlerin, Romanisterin, Arap-Fars dili uzmanlarının ve diğer dilleri bilen herkesin Türkçe’ye bir vefa borcu olduğunu düşünüyorum. Bizim alanda Gürsel Aytaç çok önemli bir Germanist’tir ve Aytaç Batı dillerinin Türkiye’de amaç değil aracı olmaları gerektiğinin altını çizer. Hepimiz Türkoloji’ye hizmet etmeliyiz, Türk Aydınlanmasının gerçekleşmesi için Hasan Ali Yücel dönemindeki çeviri faaliyetleri gibi çok önemli kültürel faaliyetlerde bulunmalıyız. Bu bakımdan Almanca bilen biri olarak o alanla ilgili çeviriler yapmanın Türkçe’ye gönül borcumuz olduğunu düşünüyorum. Soruya dönecek olursam çeviriler elbette önemli, insan çevirirken apayrı oluş durumları içinde bulunuyor, bir sürece giriyor ve metinle büyüyor. Beni çeviriler değil sizin “Rilke’nin hayatının hiç bilinmeyen yönlerini araştırma konusu edip kitaplaştırmak” olarak formüle ettiğiniz şey çekiyor. Çok sevdiğim edebiyat biliminde yeni şeyler söyleyebilmek, edebiyat bilimine katkıda bulunmak; yıllarca zihninde taşıdığın sorunsalları, edebiyat meselelerini kitaplaştırmak beni daha fazla cezbediyor. İşin hikâyesini yazmak ise insanın okuyup meselelerde derinleştikçe zaten yeni yeni konular, malzemeler, hikâye biçimleri bulmasını da kolaylaştırıyor.

"HIZ ÇAĞINDAN YAZMANIN SÜKÛNETİNE SIĞINIYORUM"

‘Edebiyatın İyileştirici Gücü’ ismiyle yakın zamanda bir kitabınız yayınlandı. Öncesinde de ‘Edebiyat Terapi Olabilir Mi?’ (Adolf Muschg) ismiyle bir çeviriniz var. Edebiyat terapidir diyoruz ki öyle. Sizin için nasıl bir sağaltım gücüne sahip? Edebiyat hayatınızda olmasaydı sizce nasıl arazlar olabilirdi?

‘Edebiyatın İyileştirici Gücü’ kitabını yazdığımda farklı farklı yazarların bu tarz sorulara cevaplarının farklı türde olduğunu da görmüştüm. Birisi “Yazmasam intihar ederdim, kendimi öldürürdüm” derken, bir diğeri “Varoluşumu gerçekleştiremezdim”, biri de “Katil olurdum” diye cevaplar veriyor. Yazmanın bendeki yansıması elbette Sait Faik ya da Dostoyevski derecesinde şiddetli değil. Lakin küçüklükten beri hiperaktif biri olarak o hayat enerjimi hiç yitirmedim. Yazma yoluyla o hektiklikten, o hızdan; konuşurkenki, düşünürkendi hızımdan, dışarıda yer alan ve sizin elinizde olmayan o hayatın hızından kendimi geri çekebildiğimi, yavaşlığa sığınabildiğimi görebiliyorum. Bu yavaşlık beni rahatlatıyor. Sükûnet buluyorum. Bu çağda bu sükûnete çok değer veriyorum. Bizi çılgınlığın eşiğine getiren biraz da bu hız kültürü ve durumuysa ondan kendini koparmak, yavaşlığa, tadili erkâna geri dönmek, çobanlık yapan bir peygamberin kendini şehrin albenisinden, hızından, günahından, esrimelerinden, şehvetinden geri çekmesi anlamına da geliyor. Yavaşlıkla örülü o uzlet hali bir ruh için, selim bir ruh için şifanın ta kendisidir.  

Öykülerinizde zihniyet olarak insana dair hep ümit var. Hatta en dipleri gören insandan bile kesilmeyen bir ümit... Bu tavır, Hölderlin’in “çöküşün olduğu yerde kurtuluş da baş gösterir” cümlesini hatırlatıyor. İnsan yokluğundan mı varlığa geçer?

Aynen öyle. “Müslümanın trajedisi olmaz” denildiğinde de aklıma hep bu durum gelir. İnsan düşebilir. Âdem’in düşüşü az bir düşüş değildir. Bir günahın bedeli olarak topyekun bir beka âlemine -Âdem örneğinde bakılacak olursa- geçici bir elveda deyiş. Selim olan elbette iyilik yapmakla, iyi görmekle, güzeli düşünmekle, güzeli yaşamakla mükelleftir. İnsanlık durumu olarak düştüğünde insan günahını def edecek duası ile düşüşünü unutturabilir, kendini affettirebilir. Hölderlin’in sözü burada devreye giriyor. Hatta Richard Wagner’in Parsifal’inde dillendirdiği “Ancak yaralayan mızrak yarayı iyileştirir” görüşü düşüşü, düşüşü unutturacak duanın aklayacağı yönünde bize bir ipucu verir. Hölderlin burada devreye girer ve “Çöküşün olduğu yerde kurtuluş da baş gösterir”. Günah işlemesek bile günah işlemeyen kavmin yerle yeksan edilip yerine yeni günah işleme durumunda olacak kavimlerin yaratılacağı bize söylenegelmiştir. İnsan biraz da düşüş ve düşüşüyle birlikte yaptığı zulmün farkına varıp sadece kendisine sunulan dua hazinesiyle bu düşüşten kurtuluşun da hikâyesidir. O yüzden bende dibe vurmuşlarda vekil Allah oldukça hayata dair bir endişe gözükmez. Hz. Yusuf kuyudan elbette çıkacaktır. Hz. Yunus balinanın karnında ömrü boyunca kalmayacaktır.     

"İNSAN BOZULDU MU ÇARESİ YOKTUR"

“Edebiyat ve Suç” kitabınızda dünya edebiyatının dört büyük eserinin unutulmaz kahramanları üzerinden yola çıkarak Marquez’in “Kırmızı Pazartesi” romanındaki Santiago Nasar’ı; Albert Camus’nün “Yabancı” adlı romanındaki Meursault’su; Franz Kafka’nın “Değişim” romanındaki Gregor Samsa’sı; Dostoyevski’nin “Suç ve Ceza”sındaki Raskolnikov’u; sizin tabirinizle felaketin kapısını dört defa çalanları ele almışsınız. Suç işlemek insanın mayasında olan bir şey olarak düşünülse de size göre neyin dengesi bozulunca suç işleme insanın başından atamadığı davranış haline gelir?

Aynı kitabın ilk mottosu, giriş mottosu Tanpınar’dan. Biraz daha geliştirerek buraya alayım o mottoyu. “Cahilsin, okur öğrenirsin. Gerisin, ilerlersin. Adam yok, yetiştirirsin. Paran yok, kazanırsın. Her şeyin bir çaresi vardır. Fakat insan bozuldu mu, bunun çaresi yoktur.” İnsanın bozulması, onun fıtratının bozulması, ondaki iyi melekelerin kaybolup gitmesi ve içinde daymonik yanların baş göstermesi, daha doğrusu şeytana kanması, şeytana kanması, şeytana kanması. Duasının ve af, mağfiretinin bile yalama haline gelmesi ne hazin. Kendisini kurtaracak bir paraşütü ya da kuyudan çıkacağı merdiveni eliyle yok etmesi, imha etmesi anlamına geliyor. Eskiler suç ya da günah işlediklerinde nedim bir tövbe ile, nasuh bir tövbe ile Allah katında suçlarının, günahlarının affını varlıklarının en derin katmanlarından isterlerdi; şimdilerde suçun ve günahın dengesi ile onu ortadan kaldıracak dua ya da istiğfar bile suistimal edildi. Almanlar vicdan için “Gewissensbiss” kavramını kullanırlar. Duyuların, duyguların, melekelerin birini ısırması anlamına gelir bu. İnsanda vicdan yalama haline gelmiş ve artık işlerliğini yitirmişse onun duyguları onu artık işlediği suçun neticesinde yatarken ısırmıyorsa insan oluşlukta da bir arıza var demektir. İnsanı her zaman iyiliğe götürecek vicdanın içte etkisi yitmemelidir. Kalp nasıl çarpıyorsa, vicdan da hayatiyet belirtisi göstermeli, görevini gerçekleştirmelidir.

Öykülerinizde iyimser olduğunuz söylenemez. “Korku ve Dehşet Üçlemesi” bunun en çok göze çarpan örneklerinden birisi. Böylesine trajedi olmasından muradınız nedir? Neyi amaçlıyorsunuz, okurda neyi değiştirme imkanı olarak görüyorsunuz?

“Korku ve Dehşet Üçlemesi” Türkiye’de gazetelerimizde, hele de üçüncü sayfa haberlerimizde insanlarımızın büyük çaresizliğini gözlemleyip, onları derleyip, bazen onları aynı şekilde alıp bazen de hikayeleştiren metinlerdi. Bu dehşet ve korku bizatihi güncel yaşantılarımızda var olan vakalardı. Üçleme halinde, araya hayvanlar aleminden de garip, dehşet dolu olayları ekleyerek bir nevi acımızın bilançosunu çıkarma telaşımın bir ürünüydü. Polyanna gibi davranıp her şeyin iyiye gittiğini sayıklamak yerine insan varoluşunda en karanlık yerlerin, insan derinlerinde anlaşılması bugün hala zor duygu durumların olduğunu; bunu yanı başımızda yaşadığımızı, günlük haberlerde dinlediğimizi, ya da bir şekilde bunlara şahit olduğumuzu anlattım. İnsanın kaderinde yer edinen iki varoluş biçiminden trajedi ve komedide trajik olanın da insanı, insan varlığını güçlendirebileceği; yaşantımızda bu durumlarda olan insanların, anormallikler psikolojisi durumlarının, eksik doğumların, yaşantımızı çoğalttığını göstermek diledim. Trajedinin insanı zinde tutucu yanına dikkat çekmek istedim. Trajedi yaşamış insanın varlık durumunun trajedi yaşamamış insanın varlık durumundan yaşadığı trajediyle kat kat zengin olduğunu anlatmaya çalıştım.

"FANTASTİK ÖĞELER METNE DERİNLİK KAZANDIRIYOR"

Yedinci öykü kitabınız ‘Annemi Bir Uğultuya Yasladılar’ dil ve geleneğe yaslanma tavrı olarak diğer öykü kitaplarınızı hatırlatıyor ancak bu defa daha çok fantastik ve büyülü gerçeklik göze çarpıyor. Dünya edebiyatı ve Türk edebiyatında bu anlamda en çok kimleri okuyor, takip ediyorsunuz?

AS- Sizin de dillendirdiğiniz gibi yedinci hikâye kitabımda diğerlerinden farklı olarak fantastik öğelere, büyülü gerçekçi öğelere başvurdum. Bunun metne çok farklı derinlik kazandırdığı düşüncesindeyim. Bazen gerçekçi hikâyelere küçük bir gerçeküstü dokunuş gerekebiliyor. Bunu aşırılaştıran, o dokunuşu abartan biri şimdilik olmak istemem. Yerinde ve kararında bir fantastik dokunuş, ya da gerçekliği dağıtacak bir olay, olgu, durum hikâyeyi apayrı bir anlam katmanına da taşıyabiliyor. Benim bu alanda favorim Gabriel Garcia Mrarquez’dir. Latin Amerika yazarlarını elbette baştan sona saymayacağım ama Marquez’in anlatısı, anlatıya eklediği o öğeler beni cezbediyor. Hep dışarıda aramayalım yazarları. Yakın zamanda  Mahalle Mektebi için Abdullah Harmancı ile ‘Şevket Bulut Dosyası’ hazırladık. Bulut’un hikâyelerindeki fantastik dokunuşları da tüyleri ürperten, insanı geren bir durum arzediyor. İnsan gerildikçe de meraktan dolayı olay akışını bırakamıyor. Yerli ve milli bir yazar olarak Bulut’un hikayelerini de bu bakımdan çok severim.

Yine ‘Annemi Bir Uğultuya Yasladılar’ öykü kitabının içinde Yakarış Serisi var. Hem şiirsel hem de dua gibi... siz bu yakarışlarla şiirle dua ediyor olabilir misiniz?

Tespitiniz çok doğru. Peygamberler tarihinden yedi ayrı kişinin hallerini, içinde bulundukları durumları ve sizin de dediğiniz gibi dualarını her dört hikâye sonuna ekleyerek metne dua dilini katmayı amaçladım. Eskiler dualarının kabul olması için onun önüne ve arkasına dua ekleyerek kabul edilebilirlik durumunu artırmaya çalışırlarmış. Ben de dört hikayeden sonra durmadan tekrar eden bir hikâye-dua ile bu yakarışın metnin laytmotif haline gelmesini diledim.

"EŞYANIN TÜLÜNÜ HAYRET MAKAMINDAKİLER AÇABİLİR"

Sizce dünyaya aitmiş gibi görünen insanın aslında hiç dünyalık olmayan, bir türlü uyumlanamayan hangi hâlleri var?

Zor bir soru. “Metafiziği durmadan, hiç bıkmadan edebiyatın içine sokmayın” diyenlere belki de şu denmeli. İnsanın varlığı zaten metafizik bir şey. İnsan dünyaya bağlandığı için, dünyaya ram olduğu için seküler olanda nazarı kalıyor. Biraz şaman şahini gibi kendi içinden çıksa, gökyüzüne süzülse, ötelere açılsa, o ram olduğu dünyanın aslında boşlukta milyonlarca gezegenden biri olduğunu görecek, metafizik tarafından sımsıkı kuşatıldığını, daha doğru bir deyimle Allah’ın her şeyi olduğu gibi onu da perçeminden yakaladığını görecektir. İnsanın dünyada bulunuşundan akşamları gördüğü rüyasına kadar; incirden, zeytinden, hurmadan, karpuzun tadına kadar her şey hayret makamında bir kalbe  hitap eder. Sizin sorunuza cevap dünyadaki topyekûn varoluş denilebilir. Önemli olan eşyanın tülünü açabilmek, ‘invisible olan’a perdeyi aralayabilmektir. Onun için de hayret makamı gerekli. Bir çocuğun hayretini hiçbir zaman yitirmememiz, ömrümüz boyunca onu korumamız gereklidir. Bu mümkün müdür? Neden olmasın.

Son olarak okurlarınıza neler söylemek istersiniz?

Salgın döneminde Yunus peygamberin balinanın karnına kapanması gibi evlerimize kapandık. Bizi iyi bir dua kurtaracak. O duayı her daim tekrarlayarak kirpi gibi içimize kapandığımız bu zamanlarda bol bol kitap okumayı, bol bol film izlemeyi, kendi içimize dönmeyi ve kendimize kulak kesilmeyi, ailemizle tatlı vakitler geçirmeyi dilerim. Daha ne olsun. Söyleşiye fırsat verdiği için Karar gazetesine, Saliha Sultan’a ve Zeynep hanım sizlere çok teşekkür ediyorum. Sağ olasınız.

İlgili Haberler
Öne Çıkanlar
YORUMLAR (1)
YORUM YAZ
UYARI: Hakaret, küfür, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. (!) işaretine tıklayarak yorumla ilgili şikayetinizi editöre bildirebilirsiniz.
1 Yorum
Diğer Haberler
Son Dakika Haberleri
KARAR.COM’DAN