‘Beau is afraid’ insan ruhunun karanlık dehlizleri
Aster, korku filmleriyle tanınmış bir yönetmen. Ama daha önce de yazdığım gibi alışılmış korku filmleri yapmıyor. Filmlerinde kamera, modern insanın iç dehlizlerinde, karanlık labirentlerinde dolaşıyor. İnsanın varoluştan beri duyduğu korkular, bu korkuların doğurduğu inançlar, ritüeller onun ilgi alanında. Mesela “Midsommar” böyle bir filmdi. Bizi ilkel’e kadar götüren bir film.
Kanaatimce “Beau is afraid”, psikolojik gerilim ve derinlik bakımından “Midsommar”dan da başarılı. Bilindiği üzere insanın psikoz hallerini, iç dünyasındaki kaosu, travmayı, gerilimi görüntülerle yansıtmak oldukça zordur. Ama Aster, kurguladığı sürreel görüntülerle, çağın psikolojik travmasını, toplumdaki ruhsal çöküşü, tabiri caizse zıvanadan çıkmış insanı, onun saldırganlığını, mesela sokaktaki dehşet sahneleri aracılığıyla ustaca yansıtır. Filmin daha başındaki ilk sahne, -üstelik fludur- aşırı derecede korumacı, kaygılı ve sahiplenme duygusu taşıyan bir annenin ipuçlarını verir. Başkahraman Beau’nun kısık sesi, korkak tavırları, ondaki ruhsal sorunun ipuçlarıdır. Aster, film ilerledikçe başkahramanının ruhunun derinliklerine inmeye başlar, zaman zaman geriye dönüşlerle çocukluğuna gider. Korkusunun, özgüven eksikliğinin, çekingenliğinin sebebi giderek belirginleşir. Anne, daha doğumundan başlayarak oğlunun üstünde kuvvetli bir ‘otorite’ kurmuştur. Ona beslediği büyük, anormal ve şartlı sevgi, oğulu ezer. Beau, bu ağır anne sevgisi ve bağlılığı karşısında asla kendisi olamaz. Babasının ölüm şeklinden dolayı karşı cinsten hep korkar. Ama daha da vahimi, anneye karşı kendini hep suçlu hisseder. Ondaki problemin bir başka sebebi, babasızlık!.. Babanın yeri boştur. Onun yerini adeta cebren ve kuvvetli bir şekilde anne doldurur. Oğluna o kadar bağlıdır ki, onu babayla dahi paylaşmak istemez.
Filmde sürreel sahneler oldukça ilginç demiştim. Özellikle sonlardaki yargılama sahnesi, oldukça başarılı. Aster, Beau’nun tüm psikolojik sorunlarını, bu sahnede teşhir eder. Su, filmde bilinç dışını simgeler. Bu bakımdan kahramanın filmin sonunda bir suyun ortasında yargılanması, onun bilinç dışını, anne konusunda kendini nasıl suçladığını; dolayısıyla kaygı ve korkularını yansıtır. Bu sahne, Beau’nun bilinç dışıdır.
Burada bir de ormanda sergilenen bir oyun vasıtasıyla tüm insanlığın hayatının adeta özetlendiğini, bu yoğun anlatımın da bir sinema başarısı olduğunu söylemem gerek. İnsanın doğumu, baba ve annesini yitirdiği zamanki yalnızlığı, ardından ayağa kalkıp hayat yolculuğuna başlaması, meslek öğrenmesi, evlenmesi, çocuk sahibi olması, sonra ayrılıklar, acılar ve yeniden ayağa kalkış… Bütün bunlar tüm insanların hayatıdır. Filmdeki zincir imgesi de oldukça anlamlı. Zincir, insanın kendi olmaya engel şeyleri, yerinde saymayı simgeler. Oysa insan yaşamak için ileriye doğru yürümek zorundadır. Aster, adeta bir terapist gibi insana zincirlerini kırmasını öğütler. Anne ve baba da bir tür zincirdir. İnsan elbette ebeveyne bağlıdır. Ancak ölüm de bir gerçektir, hayat onlarsız sürecektir.
Narsist bir anne figürü var filmde. Ve bu narsizmin oğulda sebep olduğu ruhsal travmalar… Sosyalleşememe, sokağa dahi çıkamama, karşı cinsle ilişkiden çekinme, anneye karşı suçluluk duygusu, özgüven yokluğu, annenin otoritesi altında bir türlü kendi olamama. Bu baskı neredeyse anneyi öldürme duygusuna kadar gider.
Alışılmış bir korku filmi değil demiştim “Beau is afraid” için. Macera, aksiyon değil filmin cazip yönü. Aster’ın kamerası, insan denen meçhul varlığın ruhunun karanlık dehlizlerinde dolaşıyor, Salvador Dali’nin tablolarına benzeyen sürreel, ama sembolik sahnelerle psikozları yansıtıyor, onun ruhunun kapılarını açıyor, hassas bölgelerde dolaşıyor.
İnsan ruhunu, onun gelgitlerini, korkularını anlatmak zordur. Aster zor olanın peşinde… Ve şiirsel bir anlatım. Sıkı örgü!..