Istırabın dili

Ne büyük acı ya Rabbi!.. Önce pandemi, sonra deprem! Ne yapacağımızı şaşırdık, ruh hâlimiz allak bullak!.. Kimi zaman sinir buhranları geçiriyor, kusurlardan bahsediyor, sesimizi yükseltiyoruz, kırıyoruz da yer yer. Kimi zaman yardım için çırpınıyoruz. Yoruluyoruz sonra, çaresiz yerimizde mıhlanıp kalıyoruz. İnsan bu işte, bir noktadan sonra gücü kesiliyor, Âkif gibi isyan ediyor, niye diyor, niye tüm acılar bu coğrafyada?

“Ya Rab bu uğursuz gecenin yok mu sabâhı

Mahşerde mi bîçarelerin yoksa felâhı”

Şu dil olmasa ne yapardık bilmem?.. Âfetlere, hastalıklara, ölümlere, yıkımlara nasıl tahammül ederdik? Sanat işte bu zamanlarda imdadımıza yetişiyor, gözyaşları gibi, içimize dolan o büyük dayanılmaz ıstırabı, dışa akıtıyoruz. Belki böylece, yastayım, acı çekiyorum, diyoruz. Kime? Feleğe, gök kubbeye, Tanrı’ya…Sanat eseri evrene fırlattığımız bir çığlık! Yara deşiliyor, irin boşalıyor.

Gelibolulu Sunî de muhtemelen Gelibolu’da meydana gelen bir deprem üzerine acısını şu beyitlerde dile getirmiş:

“Dimezler miydi nâsihler bu halka

Fesâd u fitneyi Sübhân götürmez

Günahı şol kadar yüklendiler kim

Bu tâğ u taş degül mîzân götürmez

Yaparlar kasrlar manend-i gerdûn

Dimezler günbed-i gerdân götürmez

Gör âhir zelzeleyle yıkdı ânı

Bu ululukları sultan götürmez”

Şaire göre depremin sebeplerinden biri, insanların fitne fesadı. Bu kadar günahı, bırakın dağı taşı hiçbir terazi çekemez diyor. Öyle gerçekten, bu kadar kini, kavgayı felek dahi çekemez. Ama 3. ve 4. beyit daha önemli. Şair diyor ki, şu insanlar, dünya gibi heybetli köşkler yaparlar, ama feleğin kubbesinin onları çekemeyeceği hiç akıllarına gelmez. İşte bakın sonunda deprem onları yıktı, böyle heybetli binaları Sultan çekemez!.. Yıllardır söyleniyor ama boşuna, insan doymaz, hırslı, ibret almıyor.

Erzincan depremi 1939’da 26 Aralık gecesi meydana gelen büyük depremlerden biriydi. Başta Erzincan olmak üzere, Yozgat, Tokat, Sivas, Ordu’da hasara neden olan bu depremde resmi rakamlara göre 116.720 bina yıkılmış, 32.968 kişi hayatını kaybetmiş.

Bu âfetle ilgili çok ağıt var. Biri şöyle:

“Kan ağlıyor Erzincan’ın dağları,

Trende geliyor galan sağları

Şikâyetim kimden kime neyleyim…

Sivas’a geliyor galan sağları”

Nazım Hikmet de bu deprem üzerine cezaevindeyken “Kara Haber” (Tan, 2 Sonkânun 1940) başlıklı bir şiir yayımlamış. Acının sağı solu, dini, ırkı yok. Keşke bunu bilseydik. Ama çoğumuz bilmiyor!

“Erzincan’da bir kuş var

Kanadında gümüş yok

Gitti yârim gelmedi

Gayrı bunda bir iş yok

***

Yayıkta yağ vardı dövülemedi,

Ak peynir torbaya konulamadı,

Hasret gitti ölüler

Dünyaya doyulamadı

Uyanıp kaçamadılar

Kuş olup uçamadılar”

Şiirin hepsini alamadım. Ama bana en çok ne dokundu biliyor musunuz? Nazım’ın, şiirin altına düştüğü “Kesemde verecek şeyim yok, ancak yüreğimden verebildim.” notu. Ah Nazım, ne kadar ayrıldık bir bilsen, acılarımızda bile tek yürek olamıyoruz. Ama bakın Necip Fazıl, 2 İkincikânun 1940’ta “Son Telgraf”ta yayımladığı “Bir Şiir Münasebetile” başlıklı yazısında “Nazım Hikmet ve ben (…) birbirine yüzde yüz zıt iki duygu ve düşünce merkezini temsil ediyoruz. (…) Ateşle su arasındaki dürüst ve muvazaasız ihtilaf ifadesine benzer ayrılığımız, (…) ondan ve benden çıkma bir iki sinirli hareket mazur görülecek olursa, bizi ahlaki olmayan herhangi bir küçüklük ve âdilik planında birbirimize düşürmemiş[tir].” diyerek, acıda birleşir ve “Kara Haber Şiiri” için “Nazım Hikmet’in bu şiirini ben sevdim ve beğendim” der. Onda “şehirli zarafetile giyilen köylü elbiseleri hâlinde Anadolu ve Anadolulu içinden alınma” bir ruh hâli bulur.

Acımız büyük. Ama işte Necip Fazıl ve Nazım! Istırap, bir sanat eserinin hisli çatısı altında onları buluşturuyor… Ölümde düşmanlık olmaz, çünkü giden sevgililer bir daha dönmeyecektir!

YORUMLAR (5)
YORUM YAZ
UYARI: Hakaret, küfür, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. (!) işaretine tıklayarak yorumla ilgili şikayetinizi editöre bildirebilirsiniz.
5 Yorum