Ruhun derinliklerinde dolaşan Tolstoy
Bahar gibidir aşk! Alır başını gider ve çeker girdabına genç kalpleri.
Tolstoy’un “Aile Mutluluğu” (Çev. Ayşe Hacıhasanoğlu, Türkiye İş Bankası Yay., 2020) romanında da öyle başlar aşk: Önce içte. Birikir, rengini toplar, henüz kapalı bir gül!..
Daha 17 yaşındaki bir genç kızın aşk başlangıcındaki ruh hâlini, üstelik onun ağzından bütün renkleriyle tasvir eder Tolstoy. “Bütün bu dünya, bu gökyüzü, bu bahçe, bu hava benim bildiğim, tanıdığım dünya, gökyüzü, bahçe ve hava değildi.” (s. 29) der genç kız. Tereddütler, çekinmeler, acabalar… Gül gibidir aşk! Yavaş yavaş açar! Korkarak, ama açar! Çünkü aşk kendini ifşa etmek zorundadır!
Evlilik ve ikinci evre. Köy, aşkı, doğallığı, sükûneti simgelerken, kent bozulmayı, yapaylığı, kopuşu simgeler. Zengin bir çevre, davetler, balolar, göz kamaştıran bir atmosfer. Tıpkı Emma Bovary gibi köydeki o tekdüze hayat, mutluluk, sükûnet ve hareketsizlik sıkar genç kızı; “Hayatın sakin sakin akmasını değil, hareketli olmasını ist[er]…”(s. 60). İnsan böyledir işte! İçimizde, sakin hayatımızda kendine yer bulamayan fazla bir enerji vardır. Akmak, taşmak, zamanın dümdüz akışının dışına çıkmak ister. Hayatı evcilik oynar gibi değil, gerçekten yaşamak arzusudur bu! Eşler arasındaki dengesizlik. Bir yanda coşkuyla akmak isteyen genç Maşa, diğer yanda durgun, yaşlı bir koca: Sergey! Tolstoy, genç kızın ruhunun dehlizlerinde dolaşıyor; içindeki kıpırtıları, arzuları, heyecanını, sıkıntısını ince ince dile getiriyor. Onu büyük romancı yapan da bu zaten.
Kamaşma! Kent, tam da bir kamaşmadır romanda! Genç kızın gözünü kamaştıran bir renk cümbüşü. Kalabalıklar, davetler, övgüler… Lermontov’un dizeleriyle söylersek;
“Oysa o, o çılgın, fırtına istiyor
Sanki huzur varmış gibi fırtınalarda” (s. 66)
Kanı coşkun akan, kentte aradığını bulur. Övgüler düzülür güzelliğine. Beğenilmek insanı baştan çıkartır. Nitekim genç kız da hoşlanır bundan; “Pek çok insanın dikkatini çekmek hoşuma gidiyor.” (s. 71) der. Tolstoy, bu kamaşma hâlini de ustaca anlatıyor. Kahramanın ruhunun derinlerinde hep. Kulağını ruhuna dayamış. Arzularını tüm çıplaklığıyla söyletiyor genç kıza.
Ve kopuş! Romanın bence en başarılı bölümü, karı-koca arasındaki iletişimin kademe kademe kesildiğinin anlatıldığı bölüm. Önce imalı sözler, jestler, mimikler…Sonra uzaklaşma; “Benden uzak bir koltuğa oturdu” (s. 77). Sözlerin sertleşmesi. Genç kızın kocasını giderek bir başka biçimde görmesi. Meselâ “sesi kindar ve kabaydı” (s. 75) der bir yerde, başka yerde de kocasının “yüzü[nün] birden yaşlı ve sevimsiz” (s. 77) göründüğünü söyler. Sonra inatlaşma, “boyun eğmeyeceğim!” İncinmişlik duygusu, kırılmaların öcünü alma hırsı… Ardından tüm ilişkilerin kopacağı korkusu, geri dönme isteği. Ama dönemeyiş. Çünkü, gurur ve kibir büyük bir duvar örmüştür aralarına.
“Aile Mutluluğu”, bir karı-koca arasındaki ilişkiyi; evlilik öncesi aşkı, sonrasında eşler arasındaki iletişimin kopuşunu, bu süreçte yaşadıkları ruh hâlini konu ediniyor.
Aile psikolojisiyle ilgilenenlerin, terapistlerin, eşlerin dikkatle okumaları gereken bir roman bence. Çünkü iletişim kopukluğu sürecinde meydana gelen ruh hâllerini, zıtlaşmaların ardındaki anlık ve bilinçsiz öfkeleri, gururu, kibri; ama bunun sonrasında dışa vurulamayan pişmanlıkları örnek bir öyküyle anlatıyor.
Ama bir şey var: Bütün pişmanlığı, sorgulamayı, vicdan azabını, kadın yüklenmiş!.. Erkekse âkil pozisyonunda. Üstelik diyor ki; “siz kadınların yaşamın tüm saçmalıklarını bizzat yaşamanız gerekir…” (s. 99)
Doğru mu? Güldüm! Hepimizde yaşamın saçmalıklarını öğrenmeye karşı bir heves vardır!..