Virginia Woolf, kalabalık, parçalanma, çok seslilik
Kalabalık, evet kalabalık!.. I. Dünya Savaşı’nın hemen sonrası, bir Haziran sabahı, Londra. Otomobiller, otobüsler, parklar, vitrinler arasında başlayan bir hayat. Virginia Woolf’un “Mrs Dalloway”ında ilk dikkatimi çeken işte bu ‘kalabalık’tı. Romanın başkahramanı Mrs. Dalloway’i daha ilk sayfada bu kalabalığın ortasında buluruz. Modern kentlerin en bariz vasfı da bu kalabalıklar değil midir zaten? W. Benjamin, kalabalık der, “çağdaş romanda kendini bulmak istedi” (Son Bakışta Aşk, s.126). Sonra örnekler verir, Hugo’nun “Sefiller”i, “Deniz İşçileri”i, Baudelaire’in “Paris Sıkıntısı”… Çağın kalabalık tablosu, sanat eserlerine yansımaktadır artık. Woolf’un “Mrs Dalloway”ını klasik romandan ayıran en önemli yönlerden biri de bu bence: Yazar, alışılmış romanın tersine, bir kahramana odaklı ‘tek bir öykü’ anlatmak yerine kalabalığa odaklanıyor; onlar arasından bazı portreleri seçip öne çıkarıyor; üstelik bunlardan bazılarının birbiriyle ilişkisi yok. Örneğin Septimus ve karısı Lucrezia’yı çoğu tanımaz bile. Ama bu kalabalık tabloda giderek öne çıkanlar, genelde Londra’nın üst kesimine mensup kişiler.
Woolf’un kalabalığa yönelmesinin romanın alışılmış yapısını bozduğu kesin. Sabah, Mrs. Dalloway’ın peşinden Londra sokaklarına çıkan Tanrısal anlatıcı, sokakta rastladığı birçok kişinin bilincine giriyor; örneğin önce Mrs. Dalloway, sonra Septimus ve eşi, Maisie Johnson, Mrs. Dempster, Peter… Her bilinç, ayrı bir bakış, ayrı bir öykü. Ve sonuç; parçalanma. Öykü, parçalanmıştır artık. Bu, zamansal akışta da kendini gösteriyor; zamanın düz akışı, bilinç akışı tekniğine bağlı olarak bozuluyor. Her bilinç, kendi içinde birbirinden bağımsız ve düzensiz biçimde geçmişine dalıp çıkyor; ama sonunda hepsi, o Haziran gününe, şimdiki zaman arkına dönüyorlar.
Romanın bir başka yönü, çok seslilik. Eserde, kalabalığa paralel olarak pek çok ses var. Yazarın kalabalık Londra tablosundan seçtiği her kahramanın bilinci, ayrı bir ses. Ancak her bir ses, yine kendiliğini koruyarak kalabalığın uğultusuna karışıyor; âdeta bir senfoni! Kısaca çok öykülü, çok sesli, çok parçalı modern bir tabloya benziyor roman.
Sonuç ne mi? Kalabalıklara karışmış bilinçlerin derinlerinde hep bir parçalanmışlık, bir düalizm!.. Yer yer su yüzüne vuran yalnızlıklar, pişmanlıklar, kırgınlıklar ve derin bir hüzün. Örneğin Mrs. Dalloway! Kimdir o? Avam Kamarası üyesi Richard’ın karısı, varlıklı, şaşaalı bir hayat yaşayan, bu bakımdan akşama vereceği partiyle özdeşleşen, bir merdivenin tepesinde kraliçe edasıyla misafirlerini karşılayan “kusursuz ev sahibesi” (s. 13) Mrs. Dalloway mı? Veya arkasında bıraktığı gençlik yıllarını yer yer özlemle anan, duygusal, doğal, Peter’e âşık, “Ah yeni baştan yaşayabilseydim hayatımı!” (s. 16) diye hayıflanan Clarissa mı? Neyse ki en sonda “Clarissa oradaydı” (s. 192) diyor anlatıcı! Peki Peter? Clarissa’ya deliler gibi âşık olan, aşkına karşılık bulamayınca acısını Hindistan’da bir başka kadınla dindirmeye çalışan, ama Clarissa’yı hiç unutamayan Peter! Ya Septimus’a ne demeli? Kamçısını kaldırmış bekleyen dünya ya da ‘Tanrıça Ölçü’ sonunda zavallı Septimus’a indirir darbesini! Savaşta yaşadığı bir travma sonucunda aklını yitiren bu genç, hayatın saçmalığına dayanamaz ve pencereden atar kendini.
Bir Haziran ortasında, kalabalık Londra sokaklarında yaşanan bir günlük süre içine birçok hayat hikâyesini sıkıştırmış Woolf. Ve romanın sonunda, partinin ardından Lady Rosseter’in söylediği; “Önemli olan yürektir, değil mi?” (ss. 192) sözü, her şeyi özetliyor aslında. Aşkı, güzelliği unutan insanlara yüreği hatırlatıyor. İnsan, yazdığındadır. Woolf da öyle, hayal kırıklıklarıyla biraz Mrs. Dalloway, biraz Peter, biraz Septimus…