Karadayı ve zihniyet bağları
28 Şubat 1997 Milli Güvenlik Kurulu toplantısının üzerinden 23 yıl geçti.
2018’de aralarında 21 sanık, hükümeti cebren ıskat veya vazife görmekten cebren men etme eylemini” gerçekleştirmek suçundan müebbet hapse mahkum edildi.
Bu hükmü giyenlerden birisi, 28 Şubat’ın Genel Kurmay Başkanı Karadayı iki gün önce hayatını kaybetti.
O toplantıya katılan 9 kişiden 5’i, dönemin cumhurbaşkanı Demirel, başbakanı Erbakan, kara, deniz ve jandarma kuvvet komutanları, Köksal, Erkaya ve Koman daha önce vefat ettiler. 28 Şubat’ın savunma bakanı Tayan ve dışişleri Bakanı Çiller ise siyasi olarak silinip gittiler. Geriye aktif siyasette sadece o tarihin içişleri bakanı Akşener kaldı.
Ama 28 Şubat tarih oldu mu?
Bu sorunun amacı, elbette, Karadayı’nın selefi Kıvrıkoğlu’nun “28 Şubat 1000 yıl sürecek” sözlerini akla getirmek değil.
Öyle olamazdı ve olmadı.
Toplumlarda, adalet çarkı bir şekilde çalışır. Bu anlamda geri dönüşler kaçınılmazdır. Biz de benzeri yaşandı.
Ne var ki, beklenen ve umulan bu geri dönüşlerin, demokrasinin ruhuyla uyumlu olması, tersi istikamette bir fasit daire oluşturmamasıdır.
Ne yazık ki, bu mekanizma da öyle çalışmadı.
Yılan kendi etrafında dönüp duruyor
Kastettiğim sadece farklı dönemlerdeki, sivil ya da askeri tahakküm rejimlerinin birbirine benzemesi değildir.
Aynı zamanda bunların birbirlerini tetiklemeleridir.
O zaman sorulması gereken sorulardan birisi şudur: Bugünün tahakkümcü siyasi iklimi ve rejiminde, 28 Şubat’ın etkisi, rolü, payı var mıdır?
28 Şubat 1997 doğan çocuklar, bugün 23 yaşındalar. O gün 20 yaşında olanlar 50’yi geçtiler.
Önce hatırlatmakta fayda var.
28 Şubat’ta giden yol 20 yıllık sosyolojik bir değişim öyküsüyle başlar. Bu öykü, özetle, toplumun hakim seküler merkeziyle, dindar çevresi arasındaki mesafenin azalması, bunun kültürel aidiyetlerin siyasileşmesi eşliğinde yaşanmasından oluşur. 28 Şubat’ın siyasi öyküsü ise, laik kesimi ürküten bu değişim sürecine karşı devletin, özetle askerî otoritenin verdiği otoriter tepkiye dayanır.
Erbakan’ın başbakan olmasından itibaren, iki yıl boyunca, askerle hükümet arasında gerginlik, basın üzerinden hükümete yönelik uyarılar, kampanyalar, andıçlar, dindar kesimin ve inanç tarzının tehdit ve tehlikenin merkezi olarak ilan edilmesi, bu istikamette kurgusal teşhirler, kutuplaşmanın bilinçli bir şekilde yükseltilmesi bu devlet tepkisinin ilk faslının kalemleridir. Bu fasıl, 28 Şubat 1997 günü Milli Güvenlik Kurulu’nda siyasi iktidar toplantı sonunda kendisine yönelik bir uyarıyı imzalamak zorunda bırakılması, Haziran ayında da düşmesiyle kapanmıştı.
Karadayı, gerek 28 Şubat savunmasında gerekse hasta yatağında bunun bir darbe değil, anayasal bir işleyiş olduğunu savunuyordu.
Bu fikri savunan sadece o değildi. Başka Baykal olmak üzere kimi siyasetçiler, tüm merkez medya, ünlü köşe yazarları, yüksek yargı, YÖK, üniversiteler bu dolaylı askeri müdahaleyi normalleştirmeye çalışıyordu.
“Militan demokrasi”en revaçta olan kavramlardan birisiydi. Wiemar Anayasası-Hitler örneği, demokrasinin meşru müdafaası gerekliliği dillerden düşmezdi.
Oysa toplumun başka kesimi bunu farklı yaşıyor, farklı yorumluyordu.
Nasıl yaşamasın?
Dindar kesime yönelik fişlemeler, işten atılmalar, tecrit bir yanda, başörtüsü başta olmak üzere, her tür inanç belirtisini suç nesnesi haline getirmek, üniversitelerde, kamuda bu yönde tasfiye yapmak diğer yanda, sıradan işler haline gelmişti.
Bu, “sıradan işler”le 28 Şubat, devletin iç işleyişini, kamu alanını, mülki idare ve sivil asayişi askerîleştiriyor, EMASYA’yı doğruyordu. Andıçlar, psikolojik harekatlar, basını silah haline getirmek, zihinlerin militerleştirilmesi bu işleyişte son derece önemli bir yer tutuyordu.
Bir kesim alkış tutarken, bir kesim kan ağlıyordu.
Yıllarca sürecek, hala süren siyasi sert kutuplaşmanın, kültürel aidiyetleri zehirleyecet düzeye ulaşan siyasallaşmanın tohumları burada ekildi.
Bu öykü olmasa, kutuplaşma bu denli tahrik edilmese, farklılıklar arası köprüler inşa edilebilse, Türkiye’yi bugünleri yaşar mıydı, bir madalyonun iki yüzü gibi olan, “militan demokrasi”den, arada küçük soluk alarak, “yerli-milli demokrasi” faslına geçer miydi?
Muhtemel böyle yaşanmazdı.
Biraz hırsız ile kapı bacayı açık bırakan ev sahibinin hikayesi gibi.
Son bir nokta: Son günlerde, örneğin Ali Babacan’a “hala özeleştiri yapmadı” diyenlere şaşırmamak mümkün değil. Sadece “Babacan ve geçmişi söz konusu olunca neyin özeleştirisi” sorusuyla ilgili değil, bu şaşkınlık. Bu talepte bulunanların, 28 Şubat günleriyle ilgili hala eleştirel hiç bir şey söylememiş olmalarından...
Zihniyet bağları böyledir.