Neredeyiz, nereye koşuyoruz?
Bazı temaları tekrar etmek ve açmakta yarar var. Cumartesi günü, bu köşede iki hususun altını çizdim.
İlki, Cumhur cephesinin kamuoyu nezdinde veya kamuoyu desteği bakımından pek çok kriz gibi son ekonomik krize direnç göstermesiydi. Bunun nedenleri arasında 2015’ten itibaren AK Parti’nin muhafazakar kesime anlattığı yeni siyasi hikayenin, ulusal alana dair güç-başarı-gelecek-beka anlatısının bulunduğunu hatırlattım. Hatırlattım diyorum, zira, bu hususu, aylardır çeşitli yazılarda, söyleşilerde, programlarda dile getirenler arasındayım.
Ülkenin en güvenilir araştırma serilerinden birisi haline gelen PANORAMATR’ın Ocak çalışması bu gözlemleri destekleyen kimi bulgular ortaya koyuyor:
“Kamuoyu araştırmamızdaki veriler, iktidarın yeni ekonomi modeli çerçevesinde yöneldiği yeni strateji sonrasında bir yıldır aleyhine işleyen trendi durdurarak kısmi bir oy artışı sağlamayı başardığını gösteriyor. Bu oy artışının kararsız seçmenin bir kısmının Erdoğan’a ve AK Parti’ye geri dönüşü dolayısıyla yaşandığını düşünüyoruz. Bu artış sonrasında Cumhur İttifakı yeniden Millet İttifakının önüne geçerken…”
İktidar söyleminin, krizlerin en hissedileni, en etkilisi olan ekonomik kriz karşısında bile işe yaraması, bir direnci, bir zıplamayı üretmesi üzerine düşünülmesi gereken bir konudur. Ekonomik krizin, kriz anında muhalif kesimin aklına düşürdüğü, AK Parti iktidarının çöküş darbesi fikri, (en azından şimdilik) pek tutmuş görünmüyor.
Durum, siyasi davranışın, her zaman ve her kesimde birey ve sınıfsal fayda ile doğru orantılı olmadığı göstermekte, kimi toplumsal katmanlarda kimliksel değer ve beklentilerin maddi fayda karşısında galebe çaldığını düşündürmekte ve farklı bir nedenselliği akla getirmektedir. Somut olarak, ekonomistlerin ve muhalif kesimin irrasyonel, hatta saçma bulduğu iktidar ekonomik politikaları ve söylemi, siyasi bir anlatının parçasını oluşturmakta ve bu siyaset bir toplumsal karşılık bulmaktadır.
Bu karşılığın endişe verici bir yönü olduğuna şüphe yok. Zira mevcut koşullarda, önemli bir yanıyla, otoriter bir yönetime verilen toplumsal desteğe işaret eder. Türkiye’nin seçimli bir otokrasi olma yolunda ilerlemeye devam edebileceğini gösterir.
Neden?
Bu soruya birçok farklı gözlem ve varsayıma dayalı yanıtlar verilebilir.
Benim yanıtım ve kanaatim şöyledir: “Kimlik” bir kez daha tayin edici bir faktördür. Ancak bu alanda bir kayma, bir iç içe girme ve yenilenme hali yaşanmaktadır. Eski hassasiyetleri de içine alan, (örneğin iktidar değişimi halinde kayıp duygusunu merkezde tutan) ancak yeni geniş ve kuşatıcı bir kimlik çerçevesinin aktifleştiğine dikkat etmek gerekir. Bu çerçeveyi, kendine haslık, içe dönüklük, milli-devlet vurgusu, bunlarla kuşatılmış modern girdilerin beslediği evrensel değerlere kısmen mesafeli milliyetçi yeni dalga üretmektedir. Mikro siyaset, kamusal alan, ahlak gibi unsurlar git gide bu çerçevenin alt parçalarını oluşturmaya başlamaktadır.
Türkiye için varlığı her zaman belirleyici olan ancak geçmiş 20-25 yılı daha çok etkileyen dindar-seküler karşılaşmasının içerdiği doğal etkileşimler, farklı kimliklerde değişim dalgaları oluşturarak, ortak ve demokratik değer baskısı üretirken, yeni hakim karşılaşma pek çok ülkede olduğu gibi otoriterliği, otoriter kapitalizmi beslemeye daha yatkındır.
Kritik bir nokta şudur: Bu tablo ile iktidar siyasetinin iç içe geçen iki halka meydana getirmekte, diğer bir ifadeyle “toplumsal zemin” kadar “siyaset ve irade meselesini” öne çıkarmaktadır.
Konuya, PANORAMATR’IN bulguları ve ülkedeki siyasi yarışma açısından bakacak olursak iki soru hemen öne çıkar: 1. Muhalefet bu zeminin farkında mıdır veya önemsemekte midir? 2. Muhalif kesime hakim olan, iktidarın başarısızlığı ve muhalefet arasındaki güç birliği, siyaseti üretmeyi ikame eder fikri, bu koşullarda iktidarın değişmesi için gerçekten yeterli midir?
Herkesin bir yanıtının olacağına şüphe yok.