Ordu mu bakanlığın yoksa bakanlık mı ordunun parçası?
Sivil-asker ilişkilerinde yeni model sivilleşme ilkelerine mi dayanıyor yoksa yeni bir askeri model vesilesiyle ordu pek çok boyutu olan yeni bir öykü mü yaşıyor?
Türk siyaseti bir sarkaca benzer. Belli bir hatta açılma ve kapanma, demokratikleşme ve otoriterleşme arasında gider gelir. O zaman, biliriz ki, kapanma dönemleri gün gelir biter, onu temsil edenler gider. Bu, askeri rejimlerden, otoriter hükümetlere kadar hep böyle olmuştur, bundan sonra da böyle olacaktır.
Ne var ki, bu dönemler arkalarında tortular bırakırlar. Bu tortuların önde gelenleri, hukuk devletine, evrensel değerlere ters, keyfi ve otoriter derin kurumlaşmalardır. Öylesine derin olurlar ki, açılma dönemi iktidarlarının ömrü ve gücü çoğunlukla bunları değiştirmeye yetmez. 12 Eylül rejimi anayasası ve mevzuatı bu durumun açık örneğidir. Nice açılma dönemine direnmişlerdir, hala bir çok unsuruyla yaşamaya devam ederler.
İçinde bulunduğumuz kapanma dönemi de, bir gün ömrünü tamamlayacak. Peki bu dönemden geriye kalacak? Bu, önemli ve sorumluluk bakımından bugüne ait sorudur.
Cumhurbaşkanlığı hükümet sistemiyle birlikte yürütme ve idarenin yapısının, bir anlamda devletin dokusunun köklü bir değişikliğe uğradığı ortada. Ortada olan diğer bir husus, bu değişim süreci ve unsurlarının hem bugüne dair hem yarına miras kalacak pek çok sorun kalemini içermesidir.
Bakanlıklarda devletin sürekliliği işlevini yerine getiren, siyasi makam ve idare arasında bağ kuran müsteşarlıkların kaldırılması, yerlerine bakan yardımcılıkların ihdas edilmesi ve bu makamlara genellikle iktidar partisinin üyelerinin atanması, cumhurbaşkanlığı politika kurullarıyla bakanlık bürokrasilerinin işlev ve güç kaybına uğraması, dışişleri bakanlığında dışarıdan atanan büyükelçi oranının yüzde 20’ye yaklaşması ve benzer örnekler, bu çerçevede, dev bir sorun öbeğine işaret ediyor.
Bir yandan uzun yıllar içinde oluşmuş devlet yapılanmasının sadece vesayetçi ve sorunlu kısımları değil, dengeyi, kaliteyi, devlet belleğini simgeleyen parçaları da tahrip ediliyor. Diğer yandan, karşı ağırlıkları devre dışı bırakan bir şahsileşme ve keyfileşme eğilimiyle sistemin kurumsallaşma düzeyi inanılmaz ve telafisi çok uzun zaman alacak bir seviye kaybına uğruyor. En nihayet, kadrolar ve işleyiş bakımından iktidar partisine bağımlı bir devlet karar yapısı, bir parti-devlet modeli inşa ediliyor.
7 Haziran 2019 tarihli şu gazete haberi bu yapılanmanın rakamsal çapı ve işleyişle ilgili ciddi bir fikir verir: “Yeni sistemin yürürlüğe girdiği ilk yılda, cumhurbaşkanlığı 37 kararnameyle 1880 maddelik düzenleme çıkarırken; TBMM uluslararası anlaşmalar dahil 32 yasa önerisiyle yalnızca 503 maddelik değişiklik yaptı. Yeni sistemle hükümetin Meclis’e yasa tasarısı göndermesi uygulaması kaldırılarak milletvekillerine yasa önerisi verme yetkisi getirildi, ancak bu da teoride kaldı. Muhalefet milletvekillerinin verdiği yasa önerileri komisyonların gündemine bile alınmazken, AKP’li milletvekillerinin verdiği yasa önerileri de hükümetten gelen metinlere imza atmak şeklinde oldu…”
Ordunun yeni siyasi konumu
Devletin yeniden yapılanması konusunda içerdiği soru ve sorunlarla dikkat çeken önemli bir örnek, orduyla ilgilidir.
Nitekim son dönem sivil-asker ilişkilerinde, 15 Temmuz sonrası yapılan keskin reformlara rağmen, işin ruhu bakımından gidiş, sivilleşme ilkelerinin tersi istikamettedir. Bu çerçevede özellikle üç dikkat çekici nokta bulunuyor.
1. Sivil-asker ilişkilerinin önemli bir göstergesi olan MSB-TSK ilişkilerinde sivil ilkeler ve hakimiyet tesisi yerine, bakanlık bakan üzerinden ordunun parçası kılınarak, bakanlık ve komutanlık fiilen aynı kişi uhdesinde birleştirilerek, sivil denetim ve idare adı altında yeni tip bir askerileşme görüntüsü oluşuyor. Diğer yandan sivil-asker ilişkilerinde kurumsal olmaktan çok, kişiye endeksli bir bağımlılık ve sadakat ilişkisiyle ortaya 20’li 30’lu yılların modelini andıran bir durum çıkıyor. Bakan sivil iktidardan çok, sadakat bağını kurarak orduyu temsil ediyor. Cumhurbaşkanıyla kurduğu ilişki, dolaylı bir sorumsuzluğa dayalı ve tam anlamıyla denetimsiz bir ilişki görüntüsünü taşıyor.
Bunun simgesel işaretleri de yabana atılacak gibi değil. Milli Savunma Bakanı Akar’ın gittiği askeri bölgelerde, esas duruşta tekmil aldığını, tekmile askeri selamla karşılık verdiğini ilk gördüğüm zaman, bunu, genelkurmay başkanlığından savunma bakanlığına hızlı geçişine ve alışkanlıklarına bağlamıştım. Ancak bu tutum zaman içinde bir kural haline dönüşmeye başladı. Hatta Akar, göründüğü kadarıyla, Milli Savunma Bakanı üniforması diktirdi, göğsündeki armayla askeri ziyaretlerinde bunu giyiyor. Denetleyici ve düzenleyici bir bakanlık işlevi görmekten çok bir ordu komutanı gibi davranıyor, askeri icrayı mikro bir işletmecilikle yönetiyor. Asker kişi rolünü öylesine benimsemiş ki, son çıkan bir haber bakanlıkta, kendisine “bakanım” değil, “komutanım” denmesini istediğini de belirtiyordu.
15 Temmuz’un ordu üzerindeki olumsuz etkilerden çok, cumhurbaşkanlığı hükümet sisteminin ürettiği bu durum, Kurtuluş Savaşı sırasındaki ve cumhuriyetin II. Dünya savaşına kadar olan dönemde benimsediği asker-sivil ilişkisi modellerini akla getiriyor. Kurtuluş Savaşı’ndan sonra iki yıl daha devam eden 1920-1924 arası dönemde, olağanüstü koşullar gerekçesiyle, Genelkurmay Başkanı asker üniforması ve statüsüyle bakanlar kurulunun üyesiydi. 1924-1944 arasında ise Genelkurmay Başkanı (Fevzi Çakmak) kabine dışında kalacak, ancak 1924 yasasıyla gerekli gördüğü her konuda bakanlıklara müdahale etme yetkisini taşıyacaktı. Yasa başkanlığı değil başkanı, kurumu değil kişiyi öne çıkarırdı. İlişkisi doğrudan (o dönem sorumsuz) cumhurbaşkanıyla ve sadakat ilkesine göre olurdu. Yeni dönem, açıkçası o günleri ve düzenlemeleri, kişiler arası bağlar üzerinden yürütülen siyasayı ciddi olarak düşündürüyor. Bu oranda yarına yönelik olarak ordunun demokratik denetimi, hukuk devleti ilkeleri etrafından kurumlaşması sorularını ortaya atıyor.
Komuta ve ordu yapısı
2. Ordunun yıllar içinde oluşmuş komuta kademesi ciddi bir değişikliğe uğruyor. Orgeneral sayısı, 2016’ya nazaran, neredeyse yarı yarıya bir azalmayla 9’a inmiş bulunuyor, ordu komutanlıkları korgenerallere teslim ediliyor. Bu değişikliğin mantığı ve gerekçeleriyle ilgili kamuoyu hiç bir şekilde bilgilendirilmiyor. 15 Temmuz tasfiyelerinin zorunlu bir sonucu mu yoksa farklı bir tasfiye ve tedbir politikası mı izleniyor sorusu orta yerde duruyor, diğer ifadeyle demokratik bir düzen ve denetim mekanizmasının gerektirdiği şeffaflık düzeyi sıfıra yakın bir seviyede seyrediyor. 15 Temmuz öncesinden ve sonrasından gelen nedenlerle (örneğin Ergenekon ve Balyoz davaları, başörtülü subay düzenlemesi, Batı Suriye politikası) kimi generallerde Akar’a karşı olan mesafenin bu yeni yapılanmada nasıl bir rol oynadığı hakkında soru çok, ama bilgi yok.
3. 15 Temmuz sonrası oluşan askeri dokudaki subay kalitesi ve kurumsal kültür eksiklikleri gerek ordu içindeki muhtemel siyasi eğilimler, gerekse ordunun güvenlik işlevi bakımından endişeler yaratacak yönler taşıyor. Daha önce bir yazıda belirttiğim üzere 15 Temmuz sonrası rakamlar, oluşan yapı oldukça dikkat çekicidir. 2017 ve 2018 yıllarında orduya toplam 20.000 civarında yeni subay ve astsubay alındı. Bunlar kurumsal eğitim tezgahından geçmemiş askerlerdir. Dış kaynaktan karşılanan subay ve astsubaylar 6 aylık kurs sonrası göreve başladılar. Milli Savunma Üniversitesi’nden 2018’de mezun olan 3000 teğmen, 2000 astsubay 2 yıllık hızlandırılmış eğitimle mezun oldu. Yeni alınan diğer 30.000 kişinin ezici çoğunluğu ise uzman ve sözleşmeli personel olan gönüllüler. Gönüller orduya fiziki yeterlilik, motivasyon, ideolojik ve politik sadakat, milli değerler testi esasına göre alındılar. Dahası orduda, subay-astsubay oranı sözleşmeliler ve uzmanlar karşısında yüzde 60’tan yüzde 40 düşmüştür. Sorun ortadadır: Hızlı devşirme yöntemlerinin ürettiği kalitede ve kurumsal kültürde düşüş ile farklı eğilimlerden siyasallaşma/gruplaşma riskinde artış arasında doğru orantı bulunur.
İktidarlar geçer ama tortuları yakıcı olmaya devam eder.