Rüzgara meydan okuma zamanı

Siyaset, işlevi icabı “talep, katılım, karar” mekanizmalarını içerir “müzakere, etkileşim, uzlaşma” gibi prosedürle yol alır. Doğal olarak, bir demokraside bu unsurların her şeyden ve her yerden önce toplumu ve farklı eğilimlerini temsil eden siyasi partilere egemen olması beklenir. Akıl, uzlaşı, ilerleme böyle mümkün olur, ortak hak ve kültürel alanları böyle gelişir, gerçek bir toplum böyle oluşur.

Bu, bizde hemen hiç yaşanmadı.

Sorunun iki kökü olduğuna şüphe yok. İlk kök “yasal”dır. Bir ölçüde siyasi partiler yasasından, bu yasanın genel merkezlere verdiği geniş yetkilerden kaynaklanır. Bir ölçüde de milletvekilliğini liderlere sadık olma kriterine bağlayan, bireysel siyasi iradenin önüne set çeken seçim sisteminden ileri gelir.

Asıl önemli olan ikinci köktür ve zihniyete işaret eder. Ataerkil bir siyasi kültür, rehber ve lidere verilen anlam ve önem, dar alanda topluluk ve teşkilat içinde yapılan siyaset, bizde, kurumları, yapıları siyasi partileri, gücü taşıyan, iradesiyle çeliği bile bükebileceğine inanılan kişilere ve liderlere bağlı kılmıştır.

Nitekim yakın tarihimizde siyasi partilerin yaşadıkları büyük tıkanıklar, program, ilke, kurumsal kimlik meseleleri kadar, belki bunlardan daha çok İnönü’den Erdoğan’a lidere endeksli bir elit dönüşümüyle ilgili olmuştur. Bu mekanizma, şüphe yok ki, siyasi partilerde demokratik siyaset alanını daraltan önemli bir faktördür. Bu tabloda “Müzakere, katılım, uzlaşma” gibi unsurlar, kağıt üzerinde varlığını korusa da, asli karar alıcı şahsileşmiş güç merkezleridir. O zaman değişim şemsiyesi bu rüzgar altında açılmakta, doğal olarak sık sık o rüzgarla ters dönmektedir.

1950’den bu yana geçirilen pek çok evreye, verilen pek çok kavgaya, kimi kesimlerin kazandığı alanlara rağmen, Türk siyasi rejiminin geldiği son aşamada bu ağır geleneği, anayasası, yasaları, yeni uygulamalarıyla yerleşik hale getirmesi başka nasıl açıklanır?

Soru şudur: Peki bu fasit daire neden hiç kırılmaz?

Yanıtlar bellidir:

Zor bir coğrafyada yaşarız.

Toplumsal mutabakatlara ilişkin derin sorunlarımız vardır. Daimi çatışma halindeki farklı değer sistemlerinin yarattığı ‘taraflaşma’ bu açıdan ülkenin değişmeyen meseleleri arasında yer alır.

Toplumsal dokumuz bizatihi kırılgandır, toplum olma sorunumuz bulunur. Farklı cemaatlerin birbirine değmeden yan yana yaşadıkları Osmanlı’nın milletler sistemi âdeta sosyolojik ve yeni bir yüzle devam eder.

“Cemaatçi bir siyasi kültür”e sahibiz, cemaat içi dayanışma, cemaatler arası kuralsız yarışma siyasi anlayışımızın temelini oluşturur. Böyle olunca eylem ve arayışlarımızda “ilke” yerine “fayda” daha önde yer alır. Siyasetteki partizan eğilimler, doğal bir popülizm de bu yüzden yakamızdan düşmez.

Otoriter bir devlet geleneğine sahibiz. Dün askerî vesayeti soluyorduk, bugün ataerkil siyasetin hegemonyasıyla bunalıyoruz.

Tüm yakın tarihimiz, aslında bu meselelerle, yani kendi yapısal sorunlarımızla baş etme, bu sorunları yönetilebilir bir şekle sokma ve çağın dinamiklerine ayak uydurma çabaları içinde geçmiştir.

Hâlâ öyle...

Değişiyoruz, ancak bu koşullarda ve sınırlarda değişiyoruz.

Yukarıdaki soruya verilen bu yanıtların ya da bu söylenenlerin hiç biri yeni değil. Bu tür tespitleri, farklı vurgularla, farklı okumalarla pek çok kişi, eğilim, pek çok kuşak ve pek kuşağın farklı siyasi bakışları yaptı.

Dahası hep şu ortak sorular soruldu: Böyle mi devam edeceğiz? Eski bir ceketi ters yüz eder gibi, sorunlarımızı ters yüz ederek, onları yönetilir krizler kılarak mı idare edeceğiz? Tarih her zaman bizim için çağa uyum ve sorunlarımızla didişmeden ibaret bu tutunma çabası mı olacak? Olanı hep geriden takip eden, hep endişe içinde olan, hep kendi sorunlarına gömülü bir toplum olarak mı kalacağız? Yoksa tüm kalıcı sorunları, devletten topluma uzanan cemaatimsi hastalıkları geride bırakmayı başarabilecek miyiz?

Ve o büyük soru baş köşede durdu: Toplumun farklı kesimleri, cemaatleri, toplulukları, grupları arasında bağlar, köprüler, geçişler kurup “demokratik, sivil, eşitlikçi bir medeniyet projesini” inşa edebilecek miyiz?

Türkiye’nin kimi kuşakları, grupları zaman zaman, aydınlarının itişiyle, taşıyıcı bir siyasi gücün oluşmasıyla, bir araya gelmiş ve bu sorulara olumlu bir yanıt vermiş, tarihsel determinizme meydan okumuştur

AK Parti, böyle bir örnekti. Bir meydan okumayla başladı, bu meydan okumayla destek buldu. Ama sonra fasit dairenin gücü, yer çekimi gibi devreye girdi, önce bu projeyi baş aşağı çevirdi, sonra AK Parti’yi bu projenin anti tezi, karşı gücü haline getirdi. Yeni ve büyük Türkiye iddiası ve politikası bundan başka bir anlam taşımaz hale geldi, ülkenin derinliklerdeki tüm hastalıklarını, sorunlarını çözüm reçetesi ilan eden bir yola girdi.

Tüm bunlara rağmen bir umut evresiyle iflası arasında geçen sürede Türkiye’nin toplumuyla, zihniyetiyle ileri doğru küçük sıçramalar yaptığına şüphe yok. Yıllardır bu bakımdan biraz olsun yol alabildiysek bir nedeni de budur. Bu ülkede demokratlık ve demokrasi saati bu meydan okumayla doğrudan ilişkilidir. Elde bir mızrak yel değirmenlerine savaş açmayla bu savaşın zihinlerde, bakışlarda bıraktığı tortularla yakından ilgilidir. Kuşakların determinizm karşısında yaşadığı yenilgi ve hayal kırıklıkları yanında onların küçük görünen önemli kazanımları her zaman umudu tanımlamıştır.

Tüm sınırlarına rağmen tarihsel kadere meydan okuma zamanı tekrar geliyor ve gelmeli.

YORUMLAR (22)
YORUM YAZ
UYARI: Hakaret, küfür, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. (!) işaretine tıklayarak yorumla ilgili şikayetinizi editöre bildirebilirsiniz.
22 Yorum