Şahsın krizi
Birçok Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı gibi, ben de ekonomik krizlerle, fakirleşme dalgalarıyla yaş alan bir kuşağın mensubuyum.
Ancak böylesi daha önce yaşanmış mıydı?
Hiç sanmıyorum, hatırlamıyorum.
Bu ülkede, bugünkü kadar kaynağı itibariyle bir kişiden oluşan otoriter erkin dayatmasına bağlı, onun keyfi güç kullanımı ve kişisel tercihiyle doğan başka bir kriz bilmiyorum. Süreli olmak bakımından bu denli uzun bir kriz de hatırlamıyorum. Birkaç gün önce doruk noktasına ulaştığımız bunalım yıllardır itibaren ülkeyi itip kakıyor. Popülist bir başkanın etrafına topladığı bir grup danışmanla, serbest piyasa ekonomisi ve gereklerine savaş açmasından, yerleşik ve akli gelenek ve kuralları delmesinden, ekonomik sahaya ait özerk işleyişi, özerk kurumları yok etmesinden ileri geliyor.
Türk milleti dolar karşısında 1 ay içinde yüzde 30 fakirleşti. Doğal gaz, petrol, bazı temel girdilerin fiyatı bir anda, bir ayda yüzde 30 arttı.
Dün bu oran bir günde yüzde 10’ları aştı.
Enflasyon iyimser tahminlerle yüzde 25’i geçti, hızla yüzde 30’a doğru koşuyor.
Yaşanan, bedelini 85 milyonun ödeyeceği, “kişiye bağlı bir irrasyonalite krizi”dir.
Bir hafta önce, krizin faili, Cumhurbaşkanı partisinin grup toplantısında, faizlerle ilgili olarak “bu konuda nas (kutsal kaynak) ortada. Nas ortada olduğuna göre sana, bana ne oluyor? Biz değerler silsilemiz içerisinde olaya buradan niye bakmıyoruz? Olaya buradan bakacağız, ona göre de adımımızı atacağız…” diyordu.
Neresinden isterseniz orasından alın…
İster ekonomiye kendince yorumladığı dini postülalarla yön verme deyin, ister seçimlere doğru dindarlara yönelik siyaset yapma, ister bunlarla karışık yerli ve milli hayal dünyasında gezme…
İrrasyonellik ve krizde şahsilik tümüyle ortadadır.
1974 yılında, petrol fiyatlarının 4 kat atmasına ve Kıbrıs Harekatı ambargosuna bağlı olarak, kahve bulamadığımız, margarin ve tüp gaz kuyruğu yaptığımız, benzinsiz günleri gayet iyi hatırlarım. “5 sente muhtacız” denilen o günleri.
1980’de de yaşadık petrol fiyatlarının artışıyla gelen bir başka ekonomik krizi. Enflasyon yüzde 65-70’lere ulaşmıştı. Devalüasyon oranı yüzde 48 olmuştu. Üniversitede asistandım, maaşım sanırım 150 dolar civarına düşmüştü. Ne kitap alabilirdik, ne dışarıdan dergi getirtebilirdik. Ayın 15’inden sonra evi çevirebilmek için borçla yaşardık.
Her şeye rağmen bu krizler, yapısal bir durumun, ithal ikameci politikaların iflası ile dış şokların bir araya gelmesiyle patlamıştı. Bu son krizi 24 Ocak kararları ve Özal ekonomisi izlemiş, Türkiye serbest piyasa ekonomisine geçmişti.
1994’te yüzde 15 devalüasyonla sonuçlanan kriz de yapısaldı. Kamu harcamalarının ölçüsüzlüğünden devletin kamu bankalarından aldığı borç yükünden kaynaklanmıştı.
1999 ve 2001 krizleri, keza, serbest piyasa ekonomisinin esnetilmesinden, iktidarın popülist politikalarından ileri geldi.
Bu kez gerçekten farklı.
Sahada, oyun sırasında hata yapmıyoruz.
Sahayı terk ediyoruz.
Gelin görün ki, nereye gitmek üzere belli değil.
Cumhurbaşkanı, 22 Kasım’da kabine toplantısından sonra, faizlerin düşürülmesinden memnuniyetini, gidilen istikametin istenilen bir yön olduğu, hesaplandığı söyledi.
En kritik cümleleri şunlardı:
“Sadece kurdaki yükselişe bağlı olarak kimi ürünlerde ortaya çıkan fiyat artışı yatırımı, üretimi, istihdamı doğrudan etkilemez. Tam tersine kurdaki rekabet gücü (yani düşük değerli TL) yatırımda, üretimde, istihdamda artışa yol açar…”
Yani?
Yani şu: “Türk lirasının değerini biz isteyerek düşürüyoruz. Böylece ihracat artacak. Cari cari açık kapanacak. Ülkede dolar bollaşacak ve kur dengelenecek.”
Böyle bir modeli ne bilen var, ne gören ne uygulayan…
Modelin ikna kabiliyeti(!) de ortada: Kara Salı
Bakalım bu kabus ne zaman ve hangi maliyetle son bulacak?