Yeni dünya hali ve Türk toplumu
Batılı, evrensel, yerel, milliyetçi değer sistemleri karşısında toplum olarak ortalama tutumumuz var mı? Düne oranla bu tutum nerede duruyor, nasıl tanımlanır?
Bu soruların yanıtları, ülkeyi, ülkedeki siyasi davranış ve beklentileri anlamak bakımından, gündelik sorunlar kadar önem taşıyorlar. Zira davranışları şekillendiren zeminin katmanların birisini oluşturuyorlar.
Değer sistemleri karşısındaki tutumları sadece ülkedeki dinamikler şekillendirmiyor. Bölgesel, uluslararası rüzgarlar, eğilimler de bu bakımından son derece etkili olur. Hatta kimi dönemlerde bunlar iç dinamikleri kuşatır ve yönlendirirler.
Erdoğan iktidara geldiği zaman, açılan bir dünya ve bölge vardı. Hikaye, açık topluma dayanıyordu. Bölgeyi, ülkeyi bu modele davet ediyordu. Değerler karşısında ortak tutum da bu oranda belirleniyor, talep, beklenti, arayış ve istikamet çok kültürlü bir düzeni işaret ediyordu.
Bugün ise açık toplumun ufukları, geleceği, bireyi tanımladığı, özgürlükçü (liberal) değerlerin tepede bulunduğu dünyadan çok uzaktayız. Ekonomik, sosyal, kültürel, siyasi liberalizmin, çok-kültürlülük iddiasının krizlerini yaşıyoruz. Arap Baharı örneğin öyle büyük bir infilak oluşturdu ki, ortadan çıkan lavlar tüm dengeleri altüst etti. Buna ekonomik krizler eklendi. Milliyetçilik, göç, milli ekonomiye dönüş vurguları, bütün bunlar 80’lerde 90’lardaki “ulus-devlet zayıflıyor” vurgularının tam tersine “ulus-devlet”i öne çıkarmaya başladı.
Pek çok ülkede, güçlü siyasi irade, ulusal güç, güven arayışı öne çıkıyor. Ülkeler demokrasi, hukuk, hukuk devleti bir ortak zemin arayışı kadar, belki daha çok birbirlerinden sınırlarını sıkı bir şekilde korumasını, oradan dışarıya ve kendilerine doğru bazı istenmeyen unsurları yollamamasını talep ediyorlar.
Bunun bir ucu, Orban’ın son seçim zaferinin işaret ettiği üzere, otoriter eğilimlere ve popülist düzenlere, bunların meşruiyetine, sindirmesine açılıyor. Diğer ucu ise toplumlarda içi kapanma eğilimine ve bunun benzer siyasi iklimleri beslemesine gidiyor.
Rusya’nın Ukrayna’yı işgale kalkmasının da bu iklim ve ortamı pekiştiren bir girdi olduğunu belirtmek gerekir. Bu işgal algısı, iki değer dünyası arasında çatışmadan çok iki blok arasında yaşanan bir çatışmayla yakın görünüyor. Güç, silah, ulusal varoluş unsurlarını öne çıkarıyor. Batı, Batı’nın ucundaki ve Batı dışı ülkeler için bugün değerler sistemi olmaktan çok bir siyasi blok anlamı taşımaya yüz tutuyor.
Türkiye de bunlardan fazlasıyla nasibini aldı.
Erdoğan’ı ayakta tutan unsurlardan birisi, güçlü siyasi irade, uluslararası alanda güç-başarı ilişkisi, içe kapanma hali, ulusalcı-muhafazakar kesimlerde toplumsal beklentinin demokrasiden çok kuvvete vurgu yapması bunlar arasında…
Türkiye’de Batı’ya karşı artan mesafe sadece Erdoğan’a ve siyasi çevresine has değil. 2013’ten sonra, Batı’nın ve AB’nin fikri referanslardan çıkması, Batı’nın da kendi içine dönmesi, Türkiye’ye mesafeli bir kabulle bakması, göçmen furyasıyla birlikte ortaya çıkan ‘yabancı istemezlik’ hali, güvenlik fikrinin sadece savunmaya değil, hâkim olmaya ilerlemesi üzerinden içe kapama hali açık ya da örtülü bir ortalama değer haline dönmüş durumda.
Bunun ülkedeki toplumsal algı bakımından temel anlamı, aidiyet vurgusu ve çatışma eksenlerindeki yer değiştirmedir. Bugünün Türkiye’sinde kültürel bir kimlik arası kutuplaşmalarının keskin belirleyiciliği yerini kısmen (Kürtler dışında) yeni bir ulusal kimlik duygusu ve oluşumuna, onun ötekiyle kutuplaşmasına bırakıyor.
Dolayısıyla sosyolojik tarlaya baktığımız zaman bir tür popüler, sıradan, kendine haslık fikrini yeniden besleyen, siyasi tahayyülü çok uzun olmayan, demokratik projelerle toplum geleceği arasında her zaman doğrudan bağlantı kurmayan, güvenlikçi ve savunmacı bir refleksin filizlendiğini görürüz.
Tüm bunlar üzerinden değer hiyerarşisinde oynamalar, yer değiştirmelere işaret eder,
Hak, özgürlük, demokrasi gibi kavramların dün olduğu kadar zirvede yer almadığı muhakkak.