Yeni krizlere doğru mu koşuyoruz?
Ülkenin temel sorunu, sadece yeni anayasal düzenin getirdiği otoriter fiili kuvvetler birliği düzeninde değil değil, aynı zamanda öngördüğü ikili temsil yapısında.
Sorun sadece otoriter zihniyetin, mevcut iktidarın sandıkta nasıl mağlup edileceğinde değil, aynı zamanda, mümkün olursa eğer, Erdoğan sonrası dönemin nasıl şekilleneceğinde.
Bu bakımdan karşımızda iki dizi soru var…
İlk soru, muhtemel sandık sonuçlarıyla ilgili.
Şöyle düşünelim. Yasama ve yürütme seçimlerini ayrı bloklar kazanırsa ne olacak? Diyelim ki, cumhurbaşkanlığı seçimlerini Erdoğan kazandı, muhalefet ise mecliste çoğunluğu elde etti. Veya tersi oldu, muhalefet adayı başkan seçildi, cumhur ittifakı az bir farkla meclis çoğunluğunu aldı.
Bu durumda Türkiye nasıl yönetilecek?
Anayasa kanun önerme ve çıkarma yetkisini meclise veriyor. Bugün, sistemin çalışması fiilen bunun tersi istikamette. Hangi yasanın çıkarılacağına, yasama meclisinin nasıl yol alacağına cumhurbaşkanı karar veriyor, sıkça kanun tasarılarını Beştepe hazırlıyor, zira Cumhurbaşkanını genel başkanı olduğu parti, MHP desteğiyle mecliste çoğunluk. Cumhurbaşkanlığından gelen tüm yasa önerileri, beklentileri, bu durumda, otomatik olarak devreye giriyor. Bu tablo, fiili bir kuvvetler birliği düzeni yaratıyor.
Varsaydığımız ihtimaller gerçekleşirse, bu mekanizma bozulacak.
Bu, bir bakıma iyi. Zira birbirini dengeleyecek, ortaklaşa hareket edecek iki güç varsayımını kuvvetlendirir. Ama sadece kağıt üzerinde. Böyle bir durumda aşırı siyasallaşmış, otoriterleşmiş, kutuplaşmış memleketimizde yürütme-yasama ilişkilerinin kilitlenmesi, sistemin tıkanması daha büyük ihtimaldir. Erdoğan’ın Beştepe’de kalması, mecliste muhalefetin çoğunluğu alması halinde, cumhurbaşkanlığı kararnameleri sınırlarını aşan bir şekilde kullanılabilir, anayasa ihlalleri artabilir, başka ve daha tehlikeli bir kuvvetler birliği düzeni doğabilir.
Böyle ihtimaller Türkiye’nin daha önce gördüğü, kimi devlet aktörlerinin sesinin yükseldiği yönetim ve istikrarsızlık krizlerine işaret ederler.
İkinci soru, muhalefetin hem yasa hem yürütme seçimlerini kazanması halinde “demokratik restorasyon” programının nasıl uygulanacağında.
Muhalif partilerin iki ortak yanı var: Mevcut iktidara itiraz ve parlamenter sistemi geri dönüş. Bu iki yön aslında birbirinden ayrılmıyor. İktidar, mevcut anti-demokratik anayasanın en sert ve uç biçimde uygulanmasını temsil ediyor.
Parlamenter sisteme geri dönüş büyük bir anayasa değişikliği, ardından mevzuat değişikliği gerektiriyor. Anayasa değişikliğinin meclisten geçmesi, referanduma sunulması için en az 360 milletvekili lazım. Mevut kutuplaşmada bu rakamın bir blokta toplanması imkansız gibi görünüyor.
Anlamı ne bunun?
Böyle bir ihtimal karşısında seçimleri kazanacak muhalefet adayının mevcut anayasa çerçevesinde cumhurbaşkanlığı yapması gerecek.
Ama nasıl?
Bu, elbette nasıl ve hangi programla iktidar üzerinde partilerin hem fikir olmasını, mecliste etkileşim için de çalışmalarını gerektirir.
Türkiye bunu becerebilir mi?
HDP olmadan bu gerçekleşebilir mi?
HDP’yle yeni bir toplumsal sözleşme için tam ittifak şıkkı (ideal ama az gerçekçe) ile krizlere açık dar ittifak şıkkı (sorunlu ama daha gerçekçi) arasına sıkışmış bir Türkiye karşımıza çıkar bu durumda.
Önümüz Erdoğan seçimleri kaybetse de o kadar açık değil.
İhtimalleri ve muhtemel çözümleri muhalefet cephesinin şimdiden düşünmesi, bunun için bir ara gelmesi gerek.
HDP’ye itirazı “bir olmazsa olmaz” haline getiren İYİ Parti’nin önünde bu bakımdan büyük bir sorumluluk bulunuyor.