3. Milli Kültür Şurası’nın ardından

Türkiye’de devlet Tek Parti döneminde iktisadî kalkınmaya değil, kültüre öncelik vermiş, bu alanda ciddi problemlere de kaynaklık eden devrimler gerçekleştirmişti. 1950’lerden sonra ise toplumun refah seviyesini yükseltmek amacıyla iktisadî kalkınmaya ağırlık verildi ve kültür ihmal edildi. Hâlbuki sağlıklı olan, iktisadî ve kültürel kalkınmanın birlikte gerçekleşmesidir. Cumhurbaşkanımızın son zamanlarda çeşitli platformlarda yaptığı konuşmalar ve Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın yirmi yedi yıl aradan sonra 3-5 Mart tarihleri arasında Lütfi Kırdar Kongre ve Sergi Sarayı’nda geniş bir katılımla gerçekleştirdiği 3. Millî Kültür Şûrası, bu gerçeğin artık farkına varıldığını göstermektedir.

***

Sadece Türk kültürü değil, bütün dünya kültürleri ciddi bir tehdit altındadır. Dünyanın hazırlıksız yakalandığı küreselleşme, bütün kültürlerin bağışıklık sistemlerini bozarak dirençlerini kırıyor ve tek tip bir kültür inşa ediyor. Kültürel farklılıkların, farklı renklerin, farklı duyuşların, duruşların bulunmadığı böyle bir dünya çok sıkıcı, bunaltıcı olacaktır.

Coca-Cola içip hamburger yiyen, hayal dünyaları Hollywood sineması ve bilgisayar oyunları tarafından kuşatılmış, pop müzikten başka müzik dinlemeyen gençlere, gerçek sanatın ve kültürün kapılarını aralamanın yoları mutlaka bulunmalıdır. Çünkü asıl tehlike, bir gün hamburger yemekten ve pop müzik dinlemekten bıkıp hayal kuramaz hâle geldiğimizde dayanacak kapımıza. O zaman çocuklarımızın ellerine verecek bir şey bulamayabiliriz.

***

Yaşamakta olduğumuz çağı doğru okumak ve çok iyi anlamak zorundayız. Özellikle Amerika’da üretilen her şey derhal küresel ölçekte dolaşıma giriyor. Hollywood’un yaptığı filmleri Türkiye sinemalarında, Amerika’daki sinemalarla aynı anda seyrediyoruz. Artık kapitalizm, dün olduğu gibi sadece elle tutulur nesneler değil, aynı zamanda işaret, ses, görüntü ve mantık pazarlayarak yeni ve tek tip bir hayal dünyası dayatıyor.

1960’larda tüketim toplumu araba ve çeşitli elektronik âletler gibi görülebilir nesnelerle yaşıyordu. Bugünse kavram ve imajlar eşyanın yerini aldı. Bu imaj bombardımanı altında diller, kültürler, daha da önemlisi, bire bir insanî ilişkiler hızla yok oluyor; adeta bilgisayar terminallerinin bir uzantısı haline gelerek gerçeklik duygusunu kaybeden insanlar tamamen sanal bir dünyada yaşamaya başlıyorlar.

Beşerî anlamda bir evrensellik değil, pazarın evrenselleşmesi, dolayısıyla emperyalizmin yeni ve daha vahşi bir şekli olan küreselleşme, ferdiyetçi ve materyalist bir olgudur. Hedefi ise sınırların bulunmadığı bir dünya ve yaşadığı andaki isteklerinin yeryüzünde ulaşabileceği nihaî hedef olduğuna inanan yeni bir insan tipi, başka bir ifadeyle, belirsiz bir insanlığın ortak kaderini paylaşan “bağımlı” bir tüketici...

***

Bu ciddi saldırı karşısında kendi kültürünün geleceğiyle ilgili endişelere kapılanlar sadece biz değiliz. Avrupa’da da aklı başında insanların aynı korku ve telaşı yaşadıklarından eminim. O halde bir an önce bazı tedbirler almak gerekiyor.

Şunu unutmamak gerekir ki, biz bir hazinenin üzerinde oturuyoruz; henüz tam keşfedemediğimiz zengin bir medeniyetin mirasçılarıyız. Bu medeniyeti insanlığa her zaman alternatif olarak sunabiliriz! Tarihin belli bir döneminde birden koparıldığımız için bugüne sağlıklı bir biçimde aktarma imkânı bulamadığımız, ama orada öylece duran ve hamurumuzu hâlâ mayalayan -ve zaman zaman orada burada aykırı filizler veren- kültürü yeniden keşfetmeli, yeniden üreterek bünyemizi çok uluslu şirketlerin medya vasıtasıyla dayattığı sembollere, işaretlere, mantığa vb. daha dirençli hâle getirmeliyiz. Sıkıştık, ama henüz vaktimiz var!

***

19. yüzyılda çerçevesi çizilen modernlik de bütün insanlık için evrensellik, daha doğrusu, giderek evrenselleşecek hümaniter bir dünya vadediyordu. Milliyetçiliği reddeden bu projenin eksiksiz gerçekleşmesi halinde millî devletlerin modası geçmiş kurumlar haline gelerek ortadan kalkacağı öngörülmüştü. Hâlbuki tam tersi oldu; modernlik kendisini “uluslaşma” süreci olarak gerçekleştirdi. Çünkü insanların dünyaya ve olaylara ayaklarını mutlaka bir yere basarak baktıkları unutulmuştu. Bu gerçek bugün de değişmiş değildir; küreselleşme, ne kadar güçlü imkânlara sahip olursa olsun, insanlar ve toplumlar, ayaklarını basacak sağlam bir zemin arayacaklardır. Başka türlüsü eşyanın tabiatına aykırıdır.

Küreselleşme beraberinde yozlaşmayı getiriyor; ama aynı zamanda bu yozlaşma bir kendine gelme, kendi kendini sorgulama ve toparlanma sürecinin başlangıcı da olabilir. Böyle bir meydan okumayla karşı karşıya kalınmadığı takdirde gözümüzden kaçabilecek problemler, şimdi çözülmesi gereken önemli problemler olarak karşımıza çıkmış bulunuyor. Bu meydan okuyuşa karşı -küresel araçları da kullanarak- cevap vermek zorundayız. Küreselleşme bizim dışımızda cereyan eden bir süreçtir; bu süreci kendi gelişme çizgisinde kontrol edemiyorsak, o zaman yapacağımız tek şey vardır; güçlü bir eleştirel tavır geliştirmek ve sahip olduğumuz kültürün direncini artırarak ayağımızı basacak zemini sağlamlaştırmaktır.

***

3. Milli Kültür Şûrası’nı bu sebeple önemsiyorum. Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın on yedi ayrı komisyonun çalıştığı bu önemli şurada alınan kararlardan hareketle bir yol haritası belirleyeceğinden eminim. Şûrayı başından sonuna kadar dikkatle takip eden Kültür ve Turizm Bakanımız Prof. Dr. Nabi Avcı’nın yeni bir kültür hamlesi gerçekleştirmekte kararlı olduğunu biliyor ve başarılar diliyorum.

YORUMLAR (3)
YORUM YAZ
UYARI: Hakaret, küfür, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. (!) işaretine tıklayarak yorumla ilgili şikayetinizi editöre bildirebilirsiniz.
3 Yorum