Ayasofya: Bir hükümranlık sınaması!

Ayasofya bizim neslin dâvalarındandı. Necip Fâzıl, bu dâvayı en keskin şekilde ifade eden bir hareket adamıydı.

1966’da basılmış olan “Ayasofya hitabesi”nde, “Ayasofya’yı artık önüne geçilemez bir sel, bu sel açacak. Bekleyin gençler! Biraz daha rahmet yağsın. Her rahmetin arkasında bir sel vardır.” Üstadın “genç”leri artık sokağı çıkma yasağına takılacak yaşı geçti. Neredeyse ümitler kesildi.

1970’den sonra sağcı iktidarlar, Ayasofya’ya üzerinden hayli siyaset yaptılar. Fakat nafile! Türkiye Cumhuriyeti’nin hâkimiyet sınırları, Ayasofya camiinin bahçesine kadardı!

Genç Sultan Mehmed, fetihten sonra İstanbul’un en büyük mabedini hükümranlık hakkı olarak camiye tahvil etmiş ve böylece zengin vakıflarla yaşatmak için ilk adımı atmıştı. Osmanlı Devleti hilafeti de üstlendikten sonra, Ayasofya çok önemli bir dinî merkez olarak kabul edilmişti.

Büyük şairimiz Yahya Kemal, Millî Mücadele sırasında yayınlanan "Ezan ve Kur'an" yazısında devletimizin manevî temellerini hiç kesilmeyen ezan ve Kur'an seslerinde arar:

"Bir gün Ayasofya minaresinden ezan okunduğunu işittim. 857 (1453) senesinin o sabahından beri asırlarca günde beş defa okunmuş olan bu ezan, hal-i vaki'di (hâlâ devam ediyor). Bu ezanı dinlerken Fatih'i asıl mânasıyle ilk defa idrak ettim!"

"Yavuz Sultan Selim'in Hırka-i Saadet'i Mısır'dan getirip bu odadaki mevkiine koyduğundan beri kırk hafız nöbetle Kur'an okur. Türk tarihinde bir dakika bile buradaki Kur'an sesi kesilmemiştir."

"Gezintilerden bir hakikat keşfettim. Bu devletin iki mânevî temeli vardır: Fatih'in Ayasofya minaresinden okuttuğu ezan ki hâlâ okunuyor. Selim'in Hırka-i Saadet önünde okuttuğu Kur'an ki hâlâ okunuyor."

"Eskişehir'in, Afyon Karahisar'ın, Kars'ın genç askerleri siz bu kadar güzel iki şey için döğüştünüz." (30.3.1922 Tevhid-i Efkâr)

Yahya Kemal’in Millî Mücadele’nin günlerinde gönülden duyarak ifade ettiği, ezan ve Kur’an muhtevalı devlet ve toplum fikri, aslında bir yıl önce Büyük Millet Meclisi tarafından millî marş olarak kabul edilen İstiklâl Marşı’nda dile getiriliyordu.

Fatih, İstanbul’un fethinden hemen sonra bir hâkimiyet alâmeti olarak Ayasofya’ya camiye çevirmişti. Osmanlı hâkimiyetinin sona ermesi ile ilgili olarak saltanatın kaldırılması, hilafetin ilga edilmesi gibi uygulamalardan sonra, Ayasofya’nın camilikten çıkarılması da beklenmeliydi. Ayasofya’da ezan, Hırka-i Saadet’te Kur’an bir bir kesildi…

Lozan çok övülüyor, ölü doğduğu bütün taraflarca kabul edilen Sevr de lânetleniyor. Fakat Sevr kapsamında batılı büyük güçlerin aldığı kararların sonradan uygulama alanı bulduğunu unutuyoruz. Mesela, İstanbul’un başkent olarak kalmayacağı. Padişah’ın İstanbul’da bırakılmayacağı. İstanbul başkent olmaya devam ederse, Padişah İstanbul’da kalırsa, Türklerin hiç yenilmediği sanılacaktır! “Eğer İstanbul’daki Padişah, geçmişin anıları ve prestijiyle yaşayan milliyetçi bir grubun denetiminde olacaksa herkesi yeni sorunlar beklemektedir.”

Ayasofya’nın camilikten çıkarılmasının neden on yıl sonra uygulamaya konulduğunu şimdilik bilmiyoruz. Fakat Sevr’in ön görüşmelerinde Ayasofya konusunun gündeme getirildiğini, İngiliz Hariciye Nazırı Lord Curzon ile Fransız mevkidaşı Berthelot’un 12.22.1919’da Ayasofya için “eğer tefrik edici bir muamele gerekliyse...bütün mezhep ve itikatların eşit çıkarlara sahip bulunduğu tarihî bir anıt olarak muamele edilebilir ama hiçbir inanç tarafından ibadet amacıyla kullanılamaz” kararı aldıklarını biliyoruz. (bkz. Paul C. Helmerich: Sevr Entrikaları, sf. 152)

24 Ekim 1934’ten itibaren Ayasofya ibadete kapatıldı! İçindeki cami olduğunu hatırlatan bütün malzeme boşaltıldı. Yalnız, Allah, Muhammed ve dört halife levhaları büyüklüklerinden ötürü kapıdan çıkarılamadı...1 Şubat 1935’ten itibaren de Fatih’in bu mübarek emaneti “vakıf cami”, müze olarak açıldı! Bu bir tesadüf mü? Ayasofya’yı camilikten çıkarıldıktan 6 ay sonra İngiliz Kralı 8. Edward gönül rahatlığı ile eski mabedi ziyaret etti!

Sevr müzakerelerinde sözü edilen, Lozan’da resmen zikredilmemekle beraber muhtemelen ev ödevleri listesine yer alan Ayasofya’nın camilikten çıkarılması Cumhuriyetin 10. Yılından sonra gündeme alındı. Çünkü bu konu tam hükümranlık konusu idi. Türkiye Devleti bağımsız olmuştu ama belli sınırlar dahilinde. Bu sınırları sadece fizikî sınırlar olarak görmemek lâzımdır. Kaldı ki, topraklarımızın bazı bölümlerinde, mesela Boğazlarda tam tasarruf hakkına sahip değildik. O yüzden İngilizler Çanakkale savaş sahasını kontrol ediyor, oraya âbideler dikiyor ve törenler yapıyordu. Türkiye ise bir şehidler âbidesi dikemediği gibi, şehid kabirlerini de ihya edemiyordu. Montrö ile Boğazlar üzerinde hâkimiyet alanımız genişledi. Ondan sonradır ki Çanakkale şehidleri için bir âbide yapılması resmi gündemimize girebildi.

Geçen sene bu zamanlar, Karar’da Ayasofya konusunun vakıf hukuku çerçevesinde ele alınmasının ve hukuk gereği açılmasının doğru olacağını yazmıştık. Bunu yapabilmek için dahi gerçek anlamda “hükümran devlet” olmak gerekiyor. O günler geldi mi? Bu sorunun cevabını almamız yakındır!

YORUMLAR (81)
YORUM YAZ
UYARI: Hakaret, küfür, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. (!) işaretine tıklayarak yorumla ilgili şikayetinizi editöre bildirebilirsiniz.
81 Yorum