“Bülbül”ün öztürkçesi ne?
Bülbül zaten türkçe değil miydi?
Bir zamanlar her kelimemizden şüphe ettik. “Öz”dü öveydi, arapçaydı, farsçaydı, yabancıydı… dedik.
Bu esasen kendimizden şüphe etmekti. Yûnus’dan, Sinan Paşa’dan, Fuzulî’den, Bâkî’den, Nabî’den, Karacoğlan’dan, Evliya Çelebi’den, Nedim’den, Galib’den, Âkif’den, Ömer Seyfeddin’den, Yahya Kemal’den… şüphe etmemiz demekti.
Onlar bizimdi, onların kelimeleri bizim kelimelerimizdi. Fakat bundan şüphe edenler vardı. Zihin karıştırıcı bir işe giriştik. 1934’te Osmanlıcadan Türkçeye Söz Karşılıkları Tarama Dergisi diye bir kitap hazırlandı, şüpheli kelimeler orada toplandı ve karşılıkları yazıldı.
“Dilci”ler hâkim oldu, kelimeleri mahkeme edecekler, yabancı olanlara ölüm cezası verecekler!
İşte “bülbül”ün “öztürkçe”leri: Böberdek, bübürdek, keleçek, ötlüğen, kujulak, sandıkaç, sandugaç, sandulaç, sanduvaç, sındıraç, sunduvaç.
Seç beğen al! Kimimiz bübrdek diyecek, kimimiz ötlüğen, kimimiz sanduvaç!
Hiçbiri “bülbül” çağrışımı yapmayacak, “bülbül”ün tesirini uyandırmayacak. Bir tek bülbül denilince zihnimiz bülbül şakımaları ile dolacak.
Diyelim ki, bülbül türkçe değil, emir buyruldu “bundan sonra bülbüle sanduvaç denilecek!” Türkçenin bu topraklardaki ilk ve en büyük şairi Yunus’a atfedilen “Bülbül kasidesi”ni ne yapacağız?
Ötme bülbül ötme bülbül
Derde dert katma bülbül!
Ya onun olduğundan şüphe olmayan “Cümle şair dost bahçesi bülbülü” mısraını? Âşık Ömer’in Nedir bu feryada bahane bülbül? Yakınmasını?
Meşhur halk türküsünü:
Biter Kırşehir’in gülleri biter
Şakıyıp dalında bülbüller öter
Divan şiirini bülbülsüz mü sanıyorsunuz?
Bülbüller öter, güller açar şâd gönül yok
Hiç böyleliğin görmemişiz fasl-ı baharın (Şeyhülislam Yahya)
Bülbül şiirlerinden kaç ciltlik antoloji çıkar? Bülbül kelimesi hafızalardan silinirse, bütün bu edebiyat bize yabancı olur. Hele de gül-bülbül üzerinden yürüyen edebiyatımız ne olacak? İki ayrı âlemin güzelleri birbirine âşık olabilir mi? Aşkı cinsiyet üzerinden okuyanlar duvara toslar. Bir kuş bir bitkiye âşık olsa ne yazar?, diyebilirler. Edebiyat birçok olmazı bir araya getirerek bize bir hayâl dünyası kurar. Zihnimizin sıradan işleyişini olağanüstüleştirir-gerçeküstüleştirir. Olanların edebiyatından daha güçlü bir tesir uyandırır bu. Zaten âlem aşk diyebileceğimiz bir çekimle, cezbeyle varolmuş değil midir?
Yakına gelelim: O büyük muztaribimiz Mehmed Âkif’in “Bülbül” şaheseri ne olacak?
Bütün dünyâya küskündüm, dün akşam pek bunalmıştım..
…
-Eşin var, âşiyanın var, baharın var, ki beklerdin;
Kıyâmetler koparmak neydi, ey bülbül, nedir derdin?
Bu bir şiir değil, bir köklü tarih okumasıdır; bir mukavemet bilemesidir.
Yahya Kemal’in Rindlerin Ölümü şiirini neden öldürelim? Hâfız’ı, Şiraz’ı neden unutalım?
Hâfız’ın kabri olan bahçede bir gül varmış;
Yeniden her gün açarmış kanayan rengiyle.
Gece; bülbül ağaran vakte kadar ağlarmış
Eski Şîraz’ı hayal ettiren âhengiyle.
Bülbüllü türküler, bülbüllü şarkılar…Bülbülüm altın kafeste, Bülbül taşta ne gezer, Ne feryat edersin garip bülbül, Bülbül havalanmış yüksekten uçar ve daha niceleri…
Ya Dede’nin ferahfezası: “Dün gece ben yine bülbülleri hâmuş ettim!” Hem de Bekir Sıdkı Sezgin’den dinlerseniz, bülbüllerin nasıl susturulacağını anlarsınız.
Velhasıl: Çile bülbülüm çile!
Diyeceksiniz ki, bülbül bülbül olarak kaldı. Tamam böylece zihin dünyamızda büyük bir gedik açılmadı. Fakat düşünce dünyamızın kelimeleri bir bir öldürüldü. Mesela, idrak “algı” yapıldı. Ne kadar büyük idraksizlik! Algıya idrak dedik de bu idraksizliğe neden algısızlık diyemedik? Birine algısız desen, tepkisi ne olur? İdraksiz dediğinde nasıl karşılık alırsın?
Hayale imge dedik de, hayal edememek’e, hayal gibi’ye, hayal kırıklığı’na, hayal gücü’ne, hayal kurma’ya, hayal meyal’e, hayal olmak’a, hayale kapılmak’a, hayal oyununa…ne dedik?
Ben hayalciyim, hayalperestim; imgeci miyim yani?
Vs vs.