Cuma kıraathanesi!
Salgın dolayısıyla dış dünya ile münasebetlerimiz kısıtlanınca, sanal âleme meylimizde kısmî bir artış oldu!
Bazı gruplara ihtiyarımız dışında eklenmişiz (ihtiyarız ya!), bir sürü mesaj geliyor. Bir kısmı görüntülü, hatta bazıları sesli ve görüntülü. Cuma mesajlarının kesilmesine memnun olmuştuk. Çünkü bunlar hazır kalıp mesajlardı, bir kısmı adını dahi bilmediğiniz kişilerden oluşan bir listeye gönderiveriyordunuz. Mesafeli cuma kılınması izni çıkınca, cuma mesajları da arzı endam etmeye başladı.
Bir cuma mesajı geldi ki “pes” demekten kendimi alamadım.
Kahve içen renkli bir Atatürk portresi. Cumamız böyle kutlanıyordu!
Şöyle bir cevap yazdım: “Cuma kahve içilen bir kıraathane midir?”
Şu sıralar bütün dünya öldürücü bir virüsün tasallutu altında. Biz ilaveten en az bunun kadar tehlikeli bir psikolojik marazla karşı karşıyayız. Zihnimiz o kadar ciddi saldırılara maruz kalmış, düşünme melekelerimiz öylesine dumura uğratılmış ki, mantıklı düşünme ve olaylar karşısında sağlıklı tavır takınma hassasiyetimizi yitirmişiz. Bu salgın bir süre sonra tesirini kaybedecek, fakat bizdeki zihin hasarı kolay kolay giderilemeyecek.
Yüksek öğrenimden sonra iki yıl kadar Türk Tarih Kurumu Yeni Türkiye Araştırma Merkezi’nde çalıştım. O sırada kurumun aylık “Atatürk konferansları” vardı. Bu konferanslarda Atatürk’le ilgili konulara yer verilmediği de oluyordu. O ayın konferansı, Yavuz Sultan Selim’in İran ve Mısır seferleri ve bu seferlerin stratejik önemi ile ilgiliydi.
Konferansların standart bir dinleyici topluluğu vardı. Konuşmacı Şehabeddin Tekindağ, İstanbul üniversitesinde tarih profesörü idi, bu konularla ilgili araştırmalar yapmış, makaleler yazmıştı. Konuşmacı, Yavuz Sultan Selim’in bu seferleri durup dururken değil, siyasî, iktisadî hatta sosyal ve kültürel sebeplerle yaptığı üzerinde duruyor ve bu Osmanlı padişahının stratejik yaklaşımlarını övüyordu.
Konferans bitince yaşlıca bir zat siniri bir tarzda Atatürk’ün kurduğu bir kurumda bir Osmanlı padişahının övülmesine itiraz etti. Atatürk’ün muazzam stratejik dehası yanında bir Osmanlı padişahının ne kıymet-i harbiyesi olabilirdi ki! Bu salonda ancak Atatürk övülebilirdi! Şehabeddin Bey, her ne kadar konu icabı böyle yapmak durumunda kaldığını söylediyse de muhatabını ikna edemedi!
Bu türden hadiselerle daha sonra da çok karşılaştım. 1981’de Atatürk’ün doğumunun 100. Yılı kutlanacaktı. Devlet buna önem veriyordu, yıllar önce bir kutlama komitesi kurulmuştu. Bu komitenin bir toplantısı için Yazarlar Birliği’ne de davet geldi, temsilen toplantıya katıldım. Çok ateşli konuşmalar yapılıyordu. Dünyaya Atatürk’ün büyüklüğü bir daha gösterilmeliydi. En çok da yurt dışında yapılacak faaliyetler önemseniyordu. Gözler UNESCO Türkiye temsilcisi Suat Sinanoğlu’nda idi. Prof. Sinanoğlu, dünyaca bilinen kimyacı Oktay Sinanoğlu’nun ağabeyi idi. Hümanizm üzerine kitapları vardı ve şüphesiz atatürkçü idi.
Suat hocanın konuyla ilgili açıklaması toplantı salonunda soğuk bir hava estirdi. Atatürk’ün 2. Dünya savaşında sonra istiklâlini kazanan ülkeler nezdinde, emperyalist devletlerle uzlaştığı için, bir prestiji yoktu. Avrupa devletleri de bu konuyla ilgilenmezdi. UNESCO’nun merkezi olan Paris’te yapılacak bir toplantı ilgi çekmezdi ve Türkiye’de yapılmış gibi olurdu.
Kutlama hazırlıkları sürerken 12 Eylül 1980 darbesi oldu. Tabiî olarak 100. yıl kutlamaları askerî yönetimin en önemli gündem maddelerinden biri haline geldi.
Paris’te de büyük masraflarla bir toplantı yapıldı, Suat Sinanoğlu’nu haklı çıkaran bir faaliyet olduğunu katılanlardan öğrendik.
Son bir iki ay içinde öyle haberler, masajlar yayıldı ki, insan hayretler içinde kalıyor. Bazı gazetelerde Atatürk’ün sağlık devriminden bahseden yazılar yayınlandı.
Oysa Atatürk döneminde Türkiye’de bir tek yeni hastahane yapılmamıştı. Cumhuriyet’in ilk döneminde ancak Abdülhamid döneminin bazı hastahaneleri genişletilmişti. Diğer bir asparagas da Çin’den hastalık teşhisi ve tedavisi için alınan malzemenin Atatürk zamanında bu ülkeye yapılan sıhhi yardımdan ötürü bedava verildiği yönünde idi. Sağlık Bakanı, Çin’den alınan malzemenin bedelinin ödendiğini açıklamak zorunda kaldı.
Galiba Ilısu barajının açılışına denk gelen günlerde bir Çubuk Barajı furyası ile karşılaştık. Sonradan “baraj” olarak anılan “Çubuk Bendi” 1930’ların şartlarında yapılmış, İstanbul’da örnekleri bulunan Osmanlı bendleri ile kıyaslanabilecek içme suyu temini maksatlı bir “baraj”dı. Sonraki dönemlerdi Köyişler Bakanlığına bağlı YSE müdürlüğü, çok daha kapasiteli “gölet”leri Anadolu’nın birçok yerinde yapmıştı. Çubuk barajının 1950’lerde yapılmaya başlanan barajlar, hele Ilısu yanında anılması anlamsızdı.
Son olarak İstanbul’un fethi dolayısıyla dağıtılan mesajlar zihni teşevvüşün ciddiyetini ortaya koyuyordu: Bir Fatih portresi, yanında bir Atatürk resmi!
“Fesühpanallah” çekip, hanımın sehven şekerli yaptığı kahveden bir yudum içtim!
Kahveyi eskiler müsekkin olarak kullanırdı!