İşimiz gücümüz yok mu?

Bu soru yakın zamanın sorusu değil…

Şurda ne işimiz var? Orda ne işimiz var?

“Türkiye” olmak kolay değil. Bu topraklara 11. yüzyılda gelmeye başladık, burası bizim için Diyar-ı Rum’du. Malazgirt Zaferi 1071’de. Alp Arslan Roman Diyojen’le zafer sonrası barış anlaşması yaptı. Fakat Roman Diyojen, Bizans tahtından uzaklaştırıldı ve öldürüldü… Böylece anlaşma hükümsüz hâle geldi. Sultan Alp Arslan bunun üzerine bazı beylerini Anadolu topraklarında yerleşme amaçlı akınlar yapmakla görevlendirdi.

Daha zaferin üzerinden beş yıl geçmeden Kutalmışoğlu Süleyman Şah İstanbul’un burnunun dibinde İznik merkezli devletini kurdu ve kısa süre sonra batılılar bu ülkeye “Türkiye” demeye başladılar, yani ismi onlar verdi, biz çok sonra bu adı benimsedik.

Türkiye coğrafî bir isimken, 20. yüzyılda devletin de adı oldu. Türkiye Osmanlı sonrası etki alanı sınırlandırılmış bir devlet olarak kuruldu. Batısında yüzme mesafesindeki adalar başka ülkelere verilmişti, yani denizden hapsedilmiştik. Güneyde iki manda devlet oluşturulmuştu. Anadolu’nun yakın coğrafyası ile bağı böylece kesilmişti. Maraş’tan başlayarak Antep, Urfa, Kilis Halep’le ekonomik bir bütünlük içindeydi. Sınırlar çekilince, bu ekonomik bütünlük ortadan kalktı. Diğer taraftan Elaziz’den başlayarak, Diyarbekir, Mardin Basra körfezine kadar uzanan bir iktisadî sahaya sahipti.

Anlayacağınız Türkiye Nasreddin Hoca’nın leyleğine benzetilmişti. (“Kuşa benzeme” fıkrasını bilen bilmeyene anlatsın). Büyük yeraltı kaynakları, enerji kaynakları (petrolü) yoktu. Bilinen bilinmeyen kısıtlamalara maruzdu. Güneyimizdeki manda devletler hiçbir zaman gerçek devlet olamadı. Olacak güçleri yoktu. Türkiye ile ekseriya kavgalı bu devletçikler ancak yabancı güçlerin desteği ile var olabiliyordu.

Bu iki “Arap” devletini hangi sınır ayırabilirdi? Bu ülkeleri Türkiye’den ayıran sınırlardan daha sentetik bir sınırdı bu.

Biz Türkiye’de olmadan önce Irak’da ve Suriye’de idik. Malazgirt zaferinden önce Kudüs’te idik.

Türkiye’nin gerçek sınırları şimdiki sınırları mıdır?

Siyaseten böyle olabilir. Fakat tarihen ve kültürel-sosyolojik açıdan çok daha geniş sınırlara sahip olduğumuzdan şüphe yoktur.

İngilizlerin Lozan’la kurduğu statüko bu coğrafyada barış ihtimalini ortadan kaldırıyordu. David Fromkin’in tabiriyle “Barışa son veren barış”tı bu. Gerçekten de yüz yıl içinde bu coğrafyada çatışmasız, sancısız gün geçmemiştir. Bölgede barışı tesis edecek bir otorite olmaksızın varılabilecek başka bir yer yoktur.

Türkiye hüdayinabit bir devlet değildir. Ne kadar inkâr edilirse edilsin, tarihî sınırları, tabiî sınırları, ekonomik sınırları, kültürel ve hatta manevî sınırları siyasî sınırlarına tetabuk etmeyen bir devlettir.

Türkiye gücü yettiğinde Kudüs’e, Şama, Haleb’e ilgisiz kalamaz. Buralardaki devletsizlik, otorite yokluğu Türkiye’yi etkiler. Türkiye’ye yönelik on yıllardır süren terör buradaki gerçek otorite yokluğundan beslenmiştir.

Eğer bu soruları kabullenip yapmamız gerekeni yapmazsak, sorular çoğalır. “İstanbul’da ne işiniz var”a hatta “Malazgirt’te ne işiniz var”a kadar gider.

Velhasılı kelâm: İşimiz budur!

YORUMLAR (52)
YORUM YAZ
UYARI: Hakaret, küfür, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. (!) işaretine tıklayarak yorumla ilgili şikayetinizi editöre bildirebilirsiniz.
52 Yorum