Şekil mi, sistem mi?
1924 Anayasasının ilk maddesi “Türkiye Devleti bir cumhuriyettir” der. Bu cümle sonraki anayasalarda da korunmuştur. Cumhuriyet kelimesinin yerine meşrutiyet veya mutlakıyet (monarşi) konulabilir, yani bu şekil unsurdur. Şimdilerde dünyada resmen mutlakıyet yok gibi görünüyor, yani kıralıkların seçimli meclisleri, hükümetleri var. Kıralın yetkileri sınırlanmış durumda, yani onlarda da hakimiyet-i milliye asası var. Bütün krallıklar meşrutî olduğunu ilan ediyor. (Suudi Arabistan anayasasına ulaşamadım, muhtemelen onların öyle bir derdi yoktur).
Türkiye’de “cumhuriyet” kelimesinin macerasından pek haberdar değiliz. Mesela Osmanlı Devleti’nin en fazla ilişkili olduğu Venedik bir cumhuriyetti. Osmanlı metinlerinde de cemahiriye şeklinde geçiyordu. Cumhuriyet kelimesinin yükselmesi Fransız ihtilalinden sonradır. Fransa kırallığı devirip cumhuriyete geçmiştir. Cumhuriyet övgüsü alışkınlığının Fransızlardan intikal ettiğini düşünebiliriz. Buna rağmen, Fransa’da cumhuriyet kesintiye uğramış, imparatorluğa dönüşler de olmuştur.
19. yüzyıl edebiyatçılarımızın Fransa’dan hiza tuttuğu malûmdur. Napolyon’dan sonra iki imparatorluk devri geçiren Fransa 1870’den itibaren cumhuriyette karar kılar. İşte imparatorluktan 3. Cumhuriyete geçiş döneminde Avrupa’da bulunan Ziya Paşa (o zamanlar paşa değil tabii) bu tartışmaları yakından takip etmiş olmalıdır. Onun Osmanlı vatandaşı olarak mutlakiyet karşıtlığı ölçüsüz cumhuriyet meddahlığına dönüşür.
İşte onun cümleleri: “İdare-i cumhuriyede padişah, imparator, sadrazam, hariciye nazırı filan yoktur. Memleketin padişahı, imparatoru, kralı, sadrazamı hep ahali-yi memlekettir….”
Biz cumhuriyetin yüzüncü yılına yaklaşıyoruz, Fransızlar iki asrı doldurdu. Ziya Paşa’nın dedikleri bizde nasıl bir tesir uyandırıyor şimdi?
Bir insan bu kadar safderun olabilir mi?
Sadrazam yoksa, başvekil var. Hariciye nazırı yoksa, dışişleri bakanı olur! Fakat memleketin halkı bunların hiçbirisi olmaz!
Bu safderun siyasî idrak bizi meşrutiyete, oradan cumhuriyete götürdü. Hep şekil değişikliği ile meselenin halledilebileceğini sandık. Birinci meşrutiyet 1877 Rus harbi ile çöktü. İkinci meşrutiyet 1908’de ilan edildi. Sanıldı ki, her şey güllük gülistanlık olacak. Abdülhamid istibdadına rahmet okutacak uygulamalar ayyuka çıktı. Yani meşrutiyetçiler mutlakiyetçilerden baskın ve baskıcı çıktılar. Geriye kalmıştı cumhuriyet!
İlan-ı Meşrutiyet (1876) İlan-ı Hürriyet (1908) ve nihayet İlan-ı Cumhuriyet (1923). Millet hâkimiyeti prensibi bu dönem boyunca pasif olarak vardır. İkinci meşrutiyetten sonra çok partililik denemesi de yaşanmıştır. Cumhuriyet’in ilanından sonra seçimli çok partili sisteme geçileceği sanılmıştır. Millî Mücadele’nin kahramanlarından Kâzım Karabekir’in başkanı olduğu, kurucuları “Atatürk’ün silah arkadaşlarından müteşekkil” Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası kurulmuş, fakat kısa süre sonra kapatılmıştır. Bu dönemde millet hakimiyetinin propagandası vardır, gölgesi dahi yoktur. Bu bir süre gitmiş, 1930’de danışıklı bir ikinci parti kurulmuş, fakat milletin teveccühü karşısında üç ay içinde kapatılmıştır. İşte bundan sonra devlet tam manasıyla CHP devleti olmuştur. Partinin ebedî şefi cumhurbaşkanı, milli şefi başbakan, genel sekreteri dahiliye vekilidir. Valiler CHP il başkanıdır. Diyanet Reisi de CHP Ankara il başkanı!
Ziya Paşa cumhuriyet tecrübesini yaşamadı. Onun ve arkadaşlarının fikirleri ile yetişenler, cumhuriyeti görmekle kalmadılar, uyguladılar da! Nasıl uyguladıkları malûm!
İşin esasının sistem olduğu, şekil değişikliği ile bir yere varılamayacağı hep ihmal edildi. Adalet esaslı, hukuk temelli bir sistem kurmak, bunu işletmek, bu arada sistemi laçka edecek uygulamalara fırsat vermemek bir türlü başarılamadı. Demokrasinin kendi mecrasında gelişmesi istenmedi, demokrasiye nizam vermek için darbeler yapıldı. Vesayetci demokratik yapı 28 Şubat’ta çöktü. Bu çöküş sonrası Türkiye kendi yolunu bulmaya çalıştı, bu sefer de başkanlık yeni bir şekil seçimi olarak milletin önüne konuldu.
Deniz tükendi mi? Eğer yeni bir şekil değişikliği kastediliyorsa, öyle. Fakat esas üzerinde mutabakat sağlamak, adaleti merkeze almak, hukuk devletini hâkim kılmak; ehliyeti, liyakatı ihmal etmemek, sistemin işleyişinde kurumların etkili varlığını sağlamak…Durduğumuz yer burası.