Hangi Normal?
Koronavirüsün etkisinin kısmen azalmasıyla normale dönüş planları tartışılmaya başlandı.
İşin uzmanları sürecin nasıl olması gerektiğini tartışıyor, politikadan fırsat kalan zamanlar için gündem bu. Fakat süreci başından beri sosyal bilimcilerden bağımsız bir şekilde ilerlettiğimiz için “normale dönüş” kısmında da büyük meseleleri atlıyoruz.
Ben “normale dönmek” dedikleri şeyi reddediyorum. Hayır, erken bulduğum için değil. Artık çok geç olduğu için.
Normal dedikleri şey aslında normale değil, eskiye dönüş. Eskiden yaşadığımız hayat; insani ve ahlaki normlarla bu kadar çelişirken biz onu normal olarak adlandırmamalıyız. Artık eskinin ne kadar sorunlu olduğunu gündeme getirmenin zamanı. O eskiye dönmemenin mücadelesini vermenin zamanı. Artık bir şeyler gördük, eskiye dönemeyiz; kusura bakmayın.
Göremeyenler ne gördüğümüzü sorabilir. Mesela “30 büyükşehir ve Zonguldak” ifadesini onlarca kez gördük. Bunun sebebi Zonguldak’ın maden ve fabrika çalışmaları sebebiyle akciğer sorunu yaşamasıymış. Biz şimdi eskiye dönüp Zonguldak’ta insanların kanserden ölüşlerini mi izleyeceğiz? Bu normal mi ki normale dönelim?
İşçilerimizin her koşulda işe gitmek zorunda kaldığını, emeklerinin ne kadar hayati olduğunu gördük fakat ölümlerin ne kadarının işçilerden olduğunu göremedik. Henüz böyle bir açıklama yapılmadı. Üretimin devam etmesi için işçilere mecbur olduğumuzsa sık sık söylendi. Evet, “asgari” ücret alan, yokluk içinde yaşayan ve her yıl binlercesi iş cinayetine kurban giden işçilere mecbur olduğumuz söylendi. Şimdi biz sanki hiçbir şey olmamış gibi eskiye döneceğiz ve işçilerimizi yine yokluğa mahkum edeceğiz öyle mi? Buna asla dönemeyiz!
Evlerin başımızı sokacak bir sığınaktan fazlası olması gerektiğini anlayınca evlerimizin ne kadar berbat durumda olduğunu gördük. Şehirlerimizin ne kadar sıkışık, evlerimizin ne kadar dar, mimarimizin ne kadar kayıp olduğunu gördük. Birçoğumuzun hava almak için çıkacağı bir bahçe bile yoktu. Bu uyduruk mimarinin insani olmadığını, her insanın hikayenin bir yerinde eve döndüğünü gördük. Şimdi bundan sonra evlerimiz nasıl olacak, mimariyi ne zaman kitlesel anlamda masaya yatıracağız. Bu ucube binalara şimdi dur demeyeceksek ne zaman diyeceğiz. Eskiye dönüp şehirlerimizin önce şantiyeye sonra da insan deposuna dönmesine izin mi vereceğiz. Bunun neresi normal?
İşi ehline vermenin, uzman kurullar kurmanın sorunları çözmede büyük avantaj sağladığını gördük. Bilim Kurulu’nun önerileri dinlendikçe krizi daha çabuk aştığımızı anladık. Uzun zamandır bulamadığımız liyakat, uzman, istişare gibi kavramları hatırladık, tekrar unutamayız. Liyakate ve ehliyete dikkat ederek büyük krizleri önlemek, buna rağmen önlenemeyen krizleri ise uzmanlarıyla istişare ederek çözmek bir gelenek haline gelmeli. Büyük ekonomik krizi de ancak böyle aşabiliriz, doların 7 lirayı geçmesi de normal değil.
Elbette bilimin önemiyle birlikte onu kutsallaştırmanın hata olduğunu da gördük. Bilim de bazen çaresiz kalabiliyor. İnsan, yetemediği meselede aşkın bir güce sarılabiliyor sadece. Bu süreçte bol bol dua ettik, Allah’ın bize ne kadar iyi geldiğini, duanın ne kadar büyük bir şifâ olduğunu gördük. Şimdi bilimi kutsarken dini hor gören anlayışa geri dönülebilir mi yani?
Sanatın bir şifâ olarak bizi ehlileştirdiğini, dar alanlardan kurtulmak için binbir kapı açtığını gördük. Kitaplar, filmler, müzikler olmasa bizi ne sakinleştirebilirdi? Sanatı bir “oyalanma” aracı olarak görmeye devam edebilir miyiz? Onun kapladığı alanın ne kadar büyük bir alana tekabül ettiğini bilmeden genç sanatçı adaylarını, devlet memurluğu gibi kariyerler peşinde koşmaya zorlayabilir miyiz artık?
Sanallaşmanın ne kadar ileri giderse gitsin insani yaşamın yerini tutamayacağını gördük. Gözlerin içine bakmanın, sımsıkı sarılmanın ne kadar büyük nimetler olduğunu anladık. Özlemek üzerine uzun uzun düşündük. Şimdi toplu bayram mesajlarına, sanalda kalan arkadaşlıklara devam edebilir miyiz? Kandilde, bayramda, düğünde dernekte hatır sormak; dostlukları yüz yüze ve gönül gönüle sürdürmek varken bu çirkin sanallaşmayı sürdürebilir miyiz hâlâ. Normal mi bu?
Dünyayı ne kadar yorduğumuzu; gökyüzünün, yeryüzünün, denizlerin ve ağaçların huzurunu ne kadar kaçırdığımızı gördük. Hızla çevre teröristine dönüşürken çevreye ne kadar ihtiyacımız olduğunu, onun aslında ne kadar güzel olduğunu gördük. Dünyaya zulmetmeye devam edebilir miyiz artık, normale dönüş dediğimiz bu mu?
Büyük krizler büyük devrimlere gebedir. “Normale dönüş” ifadesi bu gebeliğe yapılan bir kürtaj haline dönmemeli. Belki küçük, belki büyük devrimler olmalı fakat asla eskiye dönmemeliyiz. Asla.
Yeniye, ileriye, güzele. Daima!