İslam Dünyası’nın krizi: Siyasi temsil ve adalet

Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron’un İslam’ın kriz yaşayan bir din olduğu iddiası çok geniş bir yankı buldu. Bu konuda önceki yazımda krizin Avrupa’nın Müslüman vatandaşlarına aidiyet duygusu kazandıracak çokkültürlü bir yaşam imkanı sunmakla ilgili olduğunu ileri sürmüştüm. Ancak Macron gibi, eleştiri oklarını sadece karşı tarafa yöneltme kolaycılığına da kapılmamalıyız. Bugün İslam dünyasının derin bir siyasi, hukuki ve ekonomik krizin içerisinde olduğu inkar edilemeyecek bir gerçektir. 

Herhangi bir siyasi olguya dair, kültürel ya da dini öğretileri değil, siyasi, sosyal ve ekonomik şartları ve bu şartların oluşumdaki tarihsel etkenleri sorgulayan bir yaklaşımın daha açıklayıcı olduğuna inanıyorum. 

İçerisinde bulunduğumuz reel şartlar dinin belli bir yorumunu daha cazip hale getirebiliyor. Gücün muhatabı olduğumuzda hatırladığımız dinin adalet vurgusunu, gücün uygulayıcısı tarafına geçtiğimizde kolayca unutabiliyoruz. Din bir imparatorluğun yayılmasının da, farklı bir zaman boyutunda aynı toplumun emperyalizme direnişinin de motivasyonu olabiliyor. 

Ekonomik ve kültürel “geri kalmışlığa” dair iki farklı kültürcü yaklaşımdan bahsedebiliriz. Modernleşmenin, geleneklerin değişmesi ile mümkün olduğunu ileri süren modernleşme teorisi bunlardan biridir. Bu perspektif siyasi otoriterliği sorgulamaz, hatta geleneksel güçlere karşı tepeden inmeci reformların başarısı için gerekli görür.  

Daha köktenci bir kültürcü yaklaşım ise, Batılı modernite ile İslam arasındaki uyumsuzluğun çözümsüz olduğuna inanır. O nedenle İslam ve Batı arasındaki fark, Müslümanların Batı kültürüne asimile edilmesiyle giderilemez. 

Bu ikinci bakış açısı, Samuel Huntington’ın meşhur “Medeniyetler Çatışması” iddiasının da temelini oluşturuyor. Huntington 1992’de yazdığı makalesinde “Medeniyetler arasındaki fay hatları geleceğin çatışma çizgilerini” oluşturacağını iddia ediyordu.

Huntington’a göre, İslam doktrini ve tarihsel tecrübesinde şiddet içselleştirilmiştir; İslam’ın diğer medeniyetlerle olan sınırları kanla çizilmiştir. Bu iddianın temelsizliği ortadadır. Ne diğer dinlerin metinleriyle karşılaştırıldığında ne de yakın tarihteki savaş ya da iç savaşlardaki ölüm sayıları hesaba katıldığında, İslam’ın Batı ya da Doğu medeniyetlerinden daha şiddetli bir inanç ve tecrübe olmadığı ortadadır. 

İslam dünyasının içerisinde bulunduğu siyasi krizin nedenlerini anlamada, Huntington’ın Medeniyetler Çatışması teorisindeki kültürcü değil, kendisinin gerçek Siyaset Bilimci kimliğini yansıtan Değişen Toplumlarda Siyasi Düzen (1968) adlı kitabındaki kurumsalcı yaklaşımının daha açıklayıcı olduğuna inanıyorum. 

Bu eserinde Huntington, herhangi bir ülkede ekonomik modernizasyonun siyasi gelişme ile karşılanmadığı sürece, neticede ortaya çıkacak sosyal ve siyasi çatışmaları analiz ediyor. Petrol gelirleri, kredi ya da dış yardım gibi üretimden kaynaklanmayan para akışları bir tarafta hızlı zenginleşmeye, diğer tarafta eğitim düzeyinin artışı, şehirleşme, medyanın yaygınlaşması gibi sosyal etkilere yol açacaktır. Sonuç beklentileri artmış yeni bir orta sınıfın ortaya çıkmasıdır. Siyasi otorite bu beklentileri siyasi katılımı teşvik edecek kurumsal yapılarla meşru zemine kanalize edemiyorsa, köhnemiş devlet yapısı ile dinamik sosyal güçler arasındaki karşılaşmanın sonucu uzun süreli bir çatışma ve kaos olacaktır. 

Bugün İslam dünyasının karşı karşıya olduğu siyasi sorunların temelinde ekonomik modernleşme ile siyasi gelişme düzeyleri arasındaki uyumsuzluk bulunmaktadır. Örneğin başta Orta Doğu’daki petrol rantıyla zenginleşmiş ülkeler olmak üzere bütün İslam dünyasında eğitim oranlarında büyük bir artış yaşandı. Ancak üretime dayanmayan ekonomik sistemler, genç nüfusun eğitimine uygun yeni istihdam alanları üretemiyor, eşitlikçi bir gelir dağılımı sağlayamıyor. Otoriter devlet yapıları, yükselen orta sınıfın meşru siyasi değişim, adalet ve temsil taleplerini karşılamada aciz kalıyor. 

Ayrıca, içerisinde bulunduğumuz küreselleşmiş dünyada, sosyal hareketlilik artık ulus-devlet sınırlarında kalan bir olgu değil. Küreselleşme süreci, modernleşmenin etkilerini küresel bir alana taşıyarak sosyal çatışmayı hem daha da derinleştiriyor, hem de coğrafi sınırlarını genişletiyor. Sosyal medya sadece bireylerin habere hızlı ulaşımını sağlamıyor, aynı zamanda farklı ülkelerden bireylerin etkileşiminin şekillendirdiği bir kamusal alan oluşturuyor. Enformasyonun devlet sınırlarına hapsedilmesinin artık mümkün olmadığı bir dünyada, daha iyi eğitimli genç bir neslin siyasi değişim taleplerini uzun süreli olarak baskı altına almak mümkün olmayacak. 

Kısacası İslam dünyasının yaşadığı kriz, merkezinde siyasi temsil ve adaletin olduğu yapısal ve kurumsal bir krizdir; anlaşılması ve çözümü de tek taraflı ve ideolojik perspektiflerle değil, sosyal bilimlerin objektif yaklaşımlarıyla mümkün olabilir.

YORUMLAR (20)
YORUM YAZ
UYARI: Hakaret, küfür, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. (!) işaretine tıklayarak yorumla ilgili şikayetinizi editöre bildirebilirsiniz.
20 Yorum