Cihan Harbi’nde İttihatçılar

CUMARTESİ YAZILARI

Problem şu ki siyasi veya ideolojik duruşlarını nedense tarihe yansıtma ihtiyacı duyan kimileri oradaki bazı figürleri realiteyle alakasız surette yeniden yontup şekillendirmeye uğraşıyorlar. Abdülhamid öyle bir figür. Enver, Talat, Mustafa Kemal paşalar da öyle.

Yalnız bugün değil, yakın geçmişte de öyleydi. Cumhuriyet devri boyunca siyasi kavgaları ve ideolojik çekişmeleri “tarih tartışması” şeklinde idrak ettik biz. Bu meyanda İttihatçılar tarihimizin günah keçisi oldular. Çünkü en kolay hedef onlardı. Çünkü artık ortada yoklardı. Kendilerini savunacak kimse de yoktu.

Cumhuriyet devri İslamcılarının ve muhafazakâr milliyetçilerinin günah keçisi oldular, çünkü Abdülhamit efendimizi devirmişlerdi! Kemalistlerin günah keçisi oldular, çünkü yeni yönetimin eskisinden daha tercihe şayan olduğunun gösterilmesi gerekiyordu. (Bu arada potansiyel siyasi tehdit olarak görülen “İttihatçıların A kadrosunun” 1926’da mevcut muhalefetle birlikte tasfiyesini de haklı gösterecek bir anlatıya ihtiyaç vardı.)

Böylelikle, aslında patenti İtilafçılara ait olan “Alman hayranı maceracı İttihatçılar devleti batırdı” iddiası sonradan Kemalistler tarafından “resmî tarih görüşü” yapılırken, muhafazakâr milliyetçi cenahta da “alternatif tarih görüşü” olarak aynen benimsendi. Her iki kesimde de yarı aydınların ezberi haline gelen bu tarih anlatısına sosyalistler ve liberaller de kendilerince başka gerekçelerle sahip çıktılar.

Dört yandan desteklenen bir resmî anlatının uluorta reddedilmesi kolay değil. Kabul edersiniz ki zaten gerçeğin ne olduğunu öğrenmeye fazlaca ihtiyaç da duyulmuyor. Tarih yazımının siyasi ve ideolojik konumumuza hak verdirecek şekilde olması yeterli geliyor çoğumuza.

Buna karşılık konu hakkında akademik nitelikte bazı objektif çalışmalardan önceki haftalarda söz etmiştim. Elbette konu hakkında kendimize ait bir fikir sahibi olabilmemiz için baş vurmamız gereken kaynaklar bunlardan ibaret değil. Kimi arkadaşlarım okunması gerektiğini söylediğim eserler arasında özellikle iki kitabın zikredilmemesini eleştirdiler. Bence de önemli ve kesinlikle okunması, gözden geçirilmesi icap eden eserler hatırlattıkları. O yazıda adlarını anmamış olmam yalnızca yazının akışıyla ilgiliydi. Unutmuş olduğum için değil yani.

Söz konusu eserlerden biri emekli büyükelçi Altay Cengizer’in “Adil Hafızanın Işığında Osmanlı’nın Son Savaşı” başlıklı eseri. Bu önemli çalışmadan daha önce başka bazı vesilelerle söz etmiştim diye hatırlıyorum. Bilhassa kullandığı kaynakların çeşitliliği açısından paha biçilemez değerde devasa bir eser ortaya koymuş olan Cengizer, özgün ve cesur analizleriyle de birçok ezberi paramparça ediyor kitabında. Her halükârda başvuru listesinde bulunmak durumunda olan bir kaynak bu.

Birden fazla arkadaşımın dikkat çektiği ikinci eser Cihan Harbi’ne girme kararı alan kabinenin sadrazamı “İslamcı mütefekkir” Said Halim Paşa’nın hatıraları.

Birçok kaynakta “Harbe girmeye taraftar olmadığı ama Alman hayranı maceracı İttihatçılara ses çıkaramadığı için bu yanlış kararı sineye çekmek zorunda kaldığı” söylenen dönemin sadrazamı hatıralarında tam aksi yönde görüşler ortaya koyuyor.

Birinci Dünya Savaşı öncesinde Türkiye’nin bağımsızlığının ve bütünlüğünün Sevr Antlaşması günlerinden daha ciddi bir tehdit altında olduğunu söylüyor. “O dönem ile günümüz arasındaki yegâne fark” diyor eski Sadrazam, “1914’teki tehlikenin herkes için 1919’daki kadar açıkça görülebilecek derecede bariz olmamasıydı.”

Paşa’nın 1921 sonlarında Ermeni teröristler tarafından Roma’da şehit edilmesinden kısa bir süre önce yazdıkları şunlar: “Türkiye’yi mütarekeden sonra silahlanmaya [Millî Mücadele’yi başlatmaya] zorlayan sebepler onu dünya savaşına katılmaya mecbur eden sebeplerin aynısıdır. Ne o zaman ne de bugün üzerine düşenleri yerine getirmeseydi de kaderi değişmeyecek ve milli varlığının her halükârda sona erdiğini görecekti.

“Türkiye, bugün Allah’ın lütfu ve evlatlarının hayran olunası sadakati sayesinde varlığını korumak için hâlâ mücadele edebiliyorsa bunun sebebi 1914’te görevini kavrayarak harekete geçmesi ve savaştığı korkunç kuvvete yılmadan karşı koyma cesareti göstermesidir.” (Osmanlı İmparatorluğu ve Dünya Savaşı, Çev. Fatih Yücel, Kronik, sh. 32)

“Eğer Türkiye bu savaşa katılmakta mütereddit davransaydı, Rusya bugünkü galipler arasında yer alacak ve mazisi yücelik ve şerefle dolu Türk milleti, kabul etmek zor da olsa, Sevres’inkinden daha tahripkâr bir barışa razı olarak hiç de layık olmadığı bir netice ile karşı karşıya kalacaktı.” (Age, sh. 50)

Birçok kaynakta “Harbe girmeye taraftar olmadığı ama Alman hayranı maceracı İttihatçılara ses çıkaramadığı için bu yanlış kararı sineye çekmek zorunda kaldığı” söylenen, hatta kabinedeki savaş yanlısı bir grubun zorlamaları karşısında son ana kadar direndiği anlatılan Said Halim Paşa, hatıratında ayrıca Almanya ile ittifak yapmanın kendi arzusu olduğunu, Alman Sefiri Wangenheim ile birlikte iki ülke arasında bir ittifakın gerçekleşmesi için ne çok çaba gösterdiklerini de açıklıyor.

Osmanlı devletinin Almanya ile ittifak yaparak Cihan Harbine girmesine karşı çıktığı bilinen bir devlet adamının, savaştan sonra “Almanya ile İttifak benim fikrimdi… Savaşa girmemiz zorunluydu” gibi açıklamalar yapması çok mantıklı görünmüyor. Sahiplenilecek bir zafer de yok ortada. Tam aksine, felaketle sonuçlanmış savaş.

Demek ki savaşa girilmesine karşı değildi devrin sadrazamı. Peki, öyleyse niçin neredeyse bütün kaynaklarda savaş karşıtı bir Said Halim portresi çiziliyor?

Bu durumun iki tür açıklaması olabilir. Kendisinin de ifade ettiği üzere, sadrazam savaşa girmeye kategorik olarak karşı değildi ama bunun zamanının Osmanlı devleti tarafından belirlenmesi gerektiğini savunuyordu. Çünkü seferberliğin tamamlanması için zamana ihtiyaç olduğunu düşünüyordu.

Almanya’nın, imzalanan antlaşmanın gereklerini hatırlatarak “Bir an önce savaşa katılın” şeklindeki çağrılarına direnmesi savaş karşıtlığı olarak algılanmış olabilir. Ya da -daha büyük ihtimalle- kabine üyelerinin vakit kazanmak için hem İtilaf hem de İttifak devletleri temsilcileri karşısında iyi polis ve kötü polis oyunu oynamaları ve İtilaf karşısında iyi polis, İttifak karşısında ise kötü polis rolünde olan sadrazamın “Savaş karşıtı” sanılması.

Üçüncü bir sebep, Osmanlı’nın fiilen savaşa girmesine yol açan Yavuz ve Midilli gemilerine Rus donanmasına saldırı emrinin kendisinden habersiz verildiğini düşünerek görevinden istifa etmeye kalkışmasının kamuoyunda oluşturduğu izlenim olabilir. Ama istifasını geri aldığı ve 1917’ye kadar hükümetin başında kaldığı unutulmamalıdır.

Bu arada kabinede savaşa katılma konusunda iki ayrı görüşün olduğu da bir gerçek. Bir grup bunu -seferberliğin tamamlanabilmesi için- mümkün olduğunca geciktirmeyi savunurken bir grup da bir an önce savaşa dahil olmamız gerektiği fikrindeydi.

Ancak aralarında Talat ve Enver’in de yer aldığı bu grubun motivasyonu Almanya’nın menfaatini Türkiye’nin menfaatlerinin önüne koymaları değildi tabii. İmzaladığımız antlaşmaya rağmen savaşa katılmaya yanaşmıyor göründüğümüz taktirde -kendimizi büyük zorluklarla kabul ettirdiğimiz- İttifakın dışında bırakılma riskini göze alamıyor olmalarıydı.

Yeniden ele alınıp tartışılması gereken çok fazla boyutu var konunun…

YORUMLAR (165)
YORUM YAZ
UYARI: Hakaret, küfür, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. (!) işaretine tıklayarak yorumla ilgili şikayetinizi editöre bildirebilirsiniz.
165 Yorum