İsrail’in var olma hakkı

1948’de resmen kurulan ve BM üyesi olarak kabul edilen İsrail devletinin siyasi ve hukuki anlamda varlığının meşruiyeti aradan geçen 75 yılın ardından pek tartışma konusu değil. Ancak kurulduğu günden itibaren sürekli yeni topraklar gasp edip Filistin’in demografisini zor yoluyla değiştiren bu devletin ahlaki meşruiyetini kabul etmek zor. Filistin halkının ise bu zorbalığa karşı direnme hakkı sonuna kadar meşru. Hem hukuki hem de ahlaki açıdan.

İsrail’in dünyaca tanınan hukuki meşruiyetinin sınırları ise 1967 savaşından önceki toprak sınırlarıdır. BM Güvenlik Konseyi’nin bu konu hakkında aldığı bağlayıcı kararlar ortada. Uluslararası Ceza Mahkemesi ve Uluslararası Adalet Divanı da 1967 savaşından sonra işgal edilen Filistin topraklarının İsrail’in meşru sınırlarına dahil olmadığını ve buralarda kurulan yerleşim birimlerinin uluslararası hukuka aykırı olduğunu hüküm altına almışlardır. Batı Şeria, Doğu Kudüs, Sina Yarımadası, Golan Tepeleri ve Gazze Şeridi bu anlamda İsrail toprağı olarak kabul edilmemiştir.

Her ne kadar bugünkü de facto sınır hattının mevcut konjonktür itibarıyla de jure hale geri döndürülmesi mümkün görünmüyorsa da konjonktürün her an değişebileceği unutulmamalıdır. Nitekim 1990’ların konjonktüründe bu yola girilmişti.

Bu yolu açan ise 1987’deki intifada oldu. O güne kadar çeşitli örgütlerin kendi anlayışları çerçevesinde gerçekleştirdiği eylemlerle sürdürülen direniş ilk defa doğrudan Filistin halkının inisiyatifine geçti. Esnaf dükkanlarının kepenklerini kapatmış, Filistinli işçilerin İsrail’de çalıştığı iş yerlerinde grevler ve resmî kurumlara karşı boykot başlatılmıştı. Silahsız, şiddetsiz eylemler bir çeşit “sivil itaatsizlik” örneği olarak yaygın katılıma ulaştı. Bu eylemlerde en fazla İsrail güvenlik güçlerine uzaktan taş atılıyor, tekerlek lastikleri yakılıp yollar kapatılıyordu. Silahlı örgütler de bu süreçte halkın yanında yer alıp şiddetten uzak durdular.

Bütün dünyada büyük ilgi uyandıran ve takdirle karşılanan “intifada”nın ilk etabı iki yıl boyunca kararlılıkla sürdürüldü. Bu süreçte İsrail devleti ise Filistinlilere karşı uyguladığı şiddeti daha da arttırdı.

Kalabalıkların üstüne ateş açıldı, çocuklar ve kadınlar öldürüldü, bazı kamplara gıda erişimi engellendi, hapishaneler Filistinlilerle dolup taştı… “İntifadanın beyni” olduğu düşünülen FKÖ liderlerinden Ebu Cihad, sürgünde bulunduğu Tunus’ta suikastla öldürüldü.

Ancak en sonunda İsrail yönetici eliti uygulamakta oldukları siyasetin Filistin direnişini söndürmeye hiçbir zaman muvaffak olamayacağını anladılar. Filistinlilerin de önünde şiddete ihtiyaç duymaksızın, yalnızca halkın kararlı desteğiyle yürünebilecek bir yol açılmıştı. Bu çerçevede FKÖ lideri Yasir Arafat terörü artık mücadele yöntemi olarak benimsemediklerini açıkladı.

Ertesi yıl, 1988’de ise Filistin devletinin kurulduğu ilan edildi. Bu adım artık İsrail’i ortadan kaldırmak için savaşılmayacak demekti. Çünkü daha önceki hedef İsrail devletinin yıkılmasının ardından tüm Filistin toprakları üzerinde -Yahudi vatandaşların da içinde yer alacakları- laik ve sosyalist karakterli tek bir devlet kurulmasıydı. Filistin devletinin ilanı artık bu hedeften vaz geçilip “iki devletli çözüm” formülünün benimsenmiş olduğu anlamına geliyordu.

Öteden beri söz konusu meseleye bir hal çaresi bulmak isteyen Washington’un da elini rahatlatan bir gelişmeydi bu. Önce “baba” Bush, sonra Clinton yönetimleri tarafından yürütülen arabuluculuk çalışmaları neticesinde İsrail ve Filistin temsilcileri masaya oturdular, Filistin sorununun çözümü hedefi doğrultusunda çok önemli adımlar atıldı.

FKÖ’nü Filistin halkının meşru temsilcisi olarak tanıyan İsrail, işgal altında tuttuğu Gazze’den ve Güney Lübnan’dan çekilmiş, Batı Şeria’da özerk bir Filistin Yönetimi teşkil edilmişti.

Oslo Anlaşması iki taraf arasındaki derinleşmiş sorunların ileriki süreçte iki devlet formülü çerçevesinde çözümü yolunda “bir zeminin teşkili” olarak düşünülmüştü. Beş yıllık bir müzakere sürecinin ardından kalıcı bir barış anlaşmasına varılması öngörülüyordu. Kudüs’ün statüsü, Filistinli mülteciler ve Yahudi yerleşimciler gibi sorunların ele alınması bu yüzden ileriye bırakılmıştı.

Ancak 1993’te ulaşılan bu noktanın daha ilerisine geçilmesi mümkün olmadı. Çünkü iki tarafın da aşırıları sonuçtan memnun değildi. Karşılıklı silahlı eylemler yeniden tırmanınca bilinen refleksler devreye girdi ve barışın konuşulması zorlaştı.

Filistin tarafında “sağ” kanattaki Hamas ve İslami Cihad, “sol” kanattaki FHKC gibi örgütler, FKÖ kontrolünde bir siyasi yapının teşkilinden memnun değillerdi. Zaten çoktandır “Filistin davası” Arap dünyasındaki iktidar çekişmelerinin yansıdığı bir alana dönüşmüştü. İsrail’in tanınmasını ve statü müzakeresinin ertelenmesini davaya ihanet olarak yorumladılar. Arafat’ın karşı tarafa verdiği sözlerin yerine getirilmesine engel oldular.

Diğer yanda, İsrail’in aşırı sağı ise bir asırlık kazanımlardan taviz verildiğini, savaşla kazanılan toprakların iade edilmesinin Tanrının iradesine isyan olduğunu düşünüyorlardı. Oslo görüşmelerinin mimarlarından İsrail Başbakanı İzak Rabin, böyle düşünenler tarafından düzenlenen bir suikast sonucu öldürüldü. İsrail’de Oslo sürecine yönelik kışkırtıcı kampanyanın başını çeken siyasetçi ise Netanyahu’dan başkası değildi. Bundan birkaç yıl sonra iş başına gelen Netanyahu barış sürecini tamamen sona erdirecekti.

Bugünü anlamak için dünü yorumlamak lazım…

YORUMLAR (80)
YORUM YAZ
UYARI: Hakaret, küfür, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. (!) işaretine tıklayarak yorumla ilgili şikayetinizi editöre bildirebilirsiniz.
80 Yorum