Türkiye neden İran olmasın

Türk toplumu olarak komplo teorilerine gösterdiğimiz ilginin, hatta düşkünlüğün kaynağını “neden” sorusundan ziyade “niçin” sorusunun cevabını merak etmemize bağlamıştık.

Yani olayların sebeplerini değil amaçlarını daha fazla önemsemek. “Bizi bölmek için zaaflarımızı kullanıyorlar” cümlesiyle “zaaflarımız bizi bölmek isteyenlerin işini kolaylaştırıyor” ifadesi aynı mesajı ve aynı duyguyu içermez, yani aynı anlama gelmez.

Eğer halimizi anlatmak için bunların ilkini tercih edersek zaaflarımız önemsizleşir. Zaten herhangi bir gelişmeyi sorgularken sebepler üzerinde durma yükü taşımamanın bir getirisi de kendi hatalarımızın gündeme gelmesine ihtiyaç kalmamasıdır. Büyük güçler, gizli yapılar, derin devlet, üst akıl vs. -adına ne derseniz deyin, tanrısal vasıflar taşıyan birtakım aktörler- herhangi bir olayın gerçekleşmesine karar vermişse buna karşı yapılabilecek fazla şey yoktur zaten. “Üst akıl”ın içimizdeki işbirlikçilerini ortadan kaldırmak üzere kendi aramızda savaşmak dışında…

Temelde komplo teorileri edebiyatının gelişmesi ve komplocu bakış açılarının yaygınlaşması toplumların özgüvenleriyle ilgili bir mesele. Bir ülkede işler yolunda giderken hiç kimse olumlu gelişmelerin “birtakım derin güçlerin planı doğrultusunda” gerçekleştiğini veya “dış güçlerin önlenemez müdahalesinin eseri” olduğunu düşünmez. Ne var ki işler yolunda gitmediğinde “biz nerede hata yaptık” sorusu sorulamıyorsa, böylesi durumlarda hemen “dış güçler vs.” akla geliyorsa orada özgüven eksikliğine dayalı bir zihniyet problemi var demektir.

***

Dış güçler elbette var. Ülkelerin rakipleri, devletlerin düşmanları var çünkü. Dış politika bu mücadele zemininde varlık bulur zaten. Ama olumlu gelişmeleri kendi başarımız, olumsuzlukları dış güçlerin işi diye görme eğilimi sağlıklı değil. Gerçeklikten kopmak, gerçekliği reddetmek karşımızdaki sorunların çözümüne yardımcı olmaz, aksine daha da çözülemez hale getirir bu sorunları. Başımıza bir hal geldiğinde nerede hata yaptığımızı sorgulamaktan kaçınmak, faturayı dışarıdaki büyük güçlere veya içerideki hainlere çıkarmak kendimizi bir süre iyi hissettirebilir belki ama derdimize deva olmaz.

İran’ı yöneten kadroların Koronavirüs konusundaki tutumlarına bakın. Henüz hiçbir vakanın görülmediği İngiltere’de öğrencileri kış tatilinde Kuzey İtalya’da bulunmuş olan okullar tedbir amaçlı olarak 14 günlüğüne tatil ediliyor, buna mukabil dünyada Çin’den sonra Koronavirüs salgınının en fazla etkili olduğu İran’da “bazı şehirlerde vakit namazları bir süre camilerde cemaatle kılınmasın” önerisine mollalar tepki gösteriyor, “tam aksine camilerde toplanıp hep beraber dua etmeliyiz” diyorlar. Bu yaklaşım yalnızca dinin yanlış yorumuyla ilgili bir mesele değil, aynı zamanda özgüven eksikliğinin ürettiği komploculuğun sebep-sonuç ilişkileri kavrayışını da bozmuş olmasıyla ilgili. Zira İran’ı yönetenler Koronavirüs’ün “İslam rejimini yıkmak isteyen emperyalist güçlerin saldırı silahı” olduğu görüşündeler aynı zamanda.

***

Türkiye’de, “sokaktaki adam”ı bırakın, anlı şanlı aydınlarımız arasında bile İranlı mollalar gibi düşünen ve Koronavirüs tehdidinin Amerikan komplosu olduğuna kanaat getiren kişiler az değil. Mamafih Türk hükümetinin ve sağlık bürokrasisinin bu husustaki politikası -yapılan bazı hatalara ve ihmallere rağmen- “nispeten gerçekçi” bir anlayışı yansıtıyorsa durumumuz İran kadar kötü değil demek mümkün.

Ancak belirli bazı konularda gösterebildiğimiz realist tutumu dış politikada, ekonomide, eğitimde ve diğer bütün alanlarda sergileyebiliyor muyuz? İşler bozulmaya yüz tutunca nerede hata yaptık, nasıl çözeriz bu sıkıntıyı mı diyoruz, yoksa hemen dış güçlerden, hainlerden vs. dem vurmaya mı başlıyoruz? Maalesef bu sorunun cevabı belli.

Oysa “ecdat” bizim gibi yapmamış ve bugün karşımızdaki bardağın dolu tarafı, yani bir anlamda “Türkiye’nin İran olmaması” biraz da ecdat mirası bir avantajımız.

Bizde pek de “Türk dostu” olarak tanınmayan Bernard Lewis “Bir toplumda işler ters gitmeye başladığında insanların zihninde çeşitli sorular belirebilir” diyor. “Avrupa’da dün, Ortadoğu’da ise bugün böylesi bir durumda en yaygın şekilde akla gelen soru ‘Bunu bize kim yaptı?’ sorusudur.”

Ama Osmanlılar, diyor oryantalist tarihçi, tarihlerindeki en büyük badireyle karşılaştıkları zaman farklı bir soru sordular: “Biz nerede hata yaptık?”

Lewis devamla şunu ilave ediyor: “Türkiye’de bu iki farklı soru üzerine Karlofça Antlaşmasının hemen ardından başlayan tartışma Küçük Kaynarca’dan sonra hız kazandı. Bir bakıma bugün de devam ediyor.” (Bernard Lewis, “What Went Wrong? : Western Impact and Middle Eastern Response”, Oxford University Press, 2002, sh. 22-23)

Ancak “bugün de devam eden” bu tartışmada dengenin artık “bunu bize kim yaptı” sorusu lehine değişmiş olduğu ortada. “İran olmak” istemiyorsak öncelikle bu değişimin sebepleri üzerinde kafa yormakta fayda var.

YORUMLAR (26)
YORUM YAZ
UYARI: Hakaret, küfür, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. (!) işaretine tıklayarak yorumla ilgili şikayetinizi editöre bildirebilirsiniz.
26 Yorum