Bizim ülkemiz! Ne şeytanlar ne melekler

Bu namussuz emperyalistlerle muhatap olmak zorunda kalıyoruz. ABD ile, Avrupa Birliği ile falan. Onlarla nasıl konuşmalıyız? Tavrımız ne olmalı?

Bu soruya cevap vermeden önce şu “emperyalistler” dediğimizin kimler olduğuna bir bakalım. “Emperyalist ülkeler” Marksizm’in değil de Leninizm’in terminolojisidir. Marks, tarihi yürüten motorun sınıflar arası çelişki olduğunu iddia etti. Bu, kâğıt üzerinde hoş görünüyordu. Fakat Marksizm, Rusya’ya hâkim olunca, kâğıt üzerindeki hoşluk yetmedi. Gerçek dünyada da geçerli bir şeyler söylemek gerekiyordu ve gerçek dünyada mücadele, sınıflar değil, milletler ve onların devletleri arasındaydı. İşte Lenin, dâhiyane bir U dönüşü ile sömüren sınıf – sömürülen sınıf çelişkisini “temel çelişki” adıyla ikinci plana itip sömüren millet -- sömürülen millet çelişkisini başköşeye oturttu. Şimdi şeytanlar vardı: Batı Avrupa, ABD, Japonya… Bir de melekler; şeytanların sömürdükleri. Tarif olarak şeytanlar, sanayi burjuvazisinin, finans kapitalin hâkim olduğu ülkelerdi. Melekler de henüz o kadar sanayileşememiş ülkeler.

EMPERYALİSTLER VE MELAİKELER

19. ve 20. asrın ilk yarısına bakarsanız emperyalizm teorisinin gerçekten pek de uzak olmadığını görürsünüz.

Teorinin en kullanışlı tarafı şuydu. Ülkeler şeytanlar ve melekler diye ikiye ayrılınca, Rusya rahatlıyordu. Çünkü aşikârdır ki sosyalizmin ve şuraların (= sovyetlerin) ülkesi emperyalist olamazdı. Dolayısıyla Rus Çarlık emperyalizminin, Sovyet Sosyalist Cumhuriyetleri Birliği’ne miras bıraktığı bütün Orta Asya, sonra Kazan, Kırım; Türk ülkeleri veya “Rusya Müslümanları”, Rusya’ya helali hoş idi. Buna itiraz eden bir Türk komünistinin, Sultan Galiyev’in hesabı da görüldü.

Teorileri bırakalım. Gerçek ne? Gerçek şu ki bilim ve sanayi devrimi Batılı devletleri güçlendirmiş, onlar da güçlerini zayıfları sömürmek yolunda kullanmıştır. Bu sömürme eylemine biraz geç de olsa sanayileşen Rusya da dâhildir.

Gerçek şu: Dünyanın zembereğini kuran, milletlerin rekabetidir. Güçlüler çıkarlarının gereğini yapar. Çıkarları, güçsüzlerin çıkarlarıyla çatışırsa… Bilin bakalım ne olur? Güçlünün çıkarı üstün gelir.

Dolayısıyla şeytan- melek; emperyalist- mazlum ayrımı milletlerin fıtratının, DNA’sının değil, galiba güçlerinin ifadesi. Batılı emperyalizmin hedefindeki Japonya, devir değişip güçlenince, Çin’i sömürmeye yönelmişti. “Aşağılanma asrı” dedikleri Afyon Savaşları rezaletinden sonra Çin güçlenince Doğu Türkistan’a, Tibet’e, Hindi Çini ve ötesine yöneldi. Ancak milletler arası ilişkilerin, rekabetin ille düşmanca olması gerekmez. İşbirliği ile hasımlığın verebileceğinden daha büyük çıkarlar sağlanabilir. Fakat rotayı şaşırmamak ve milletlerin, önce kendi çıkarlarını düşündükleri gerçeğini gözden kaybetmemek gerekir.

LENİN Mİ PALMERSTONE MU?

Artık klasik hâle gelen bir milletlerarası siyaset hikmetini hatırlatayım… 1 Mart 1848’de, İngiliz Dışişleri Bakanı Lord Palmerstone’un, Avam Kamarası’ndaki sözlerini: “Ezelî müttefiklerimiz yoktur; sürekli düşmanlarımız yoktur. Çıkarlarımız ezeli ve süreklidir ve görevimiz o çıkarları izlemektir.” Bu ölçü bizim için de geçerli olsa gerekir. O hâlde hedefimiz; Türkiye’ye dost olan ülkelerin sayısını arttırmak, düşmanlık edenlerin sayısını azaltmaktır. Çünkü hiçbir ülke ezeli dostumuz değildir. Sonsuza kadar düşmanımız da değildir. Ama düşmanlarımızın bile dostumuz olmasını diler, öyle yapmaya çalışırız. Hangi şartla? Çıkarlarımızı korumak şartıyla.

Neyi yapmamaya çalışırız? Sağa sola, “Eyyy!” çekmemeye çalışırız. Çünkü “Eyy!”, “Eyy!”i dâvet eder. Hele bu husumet tavrını dışarıda sonuç almak için değil de içerde oy almak için kullanmak, vahim hatadır.

BİZİM ÜLKEMİZ!

Aslolan, Türkiye’nin menfaatidir. Müslüman Kardeşler teşkilatının menfaati değildir. ABD ve AB’yi veya İsrail’i çatlatmak de değildir. Bizim amacımız, NATO’yu veya bir başkasını dövmek değildir. Türkiye’nin çıkarıdır bizim amacımız.

Peki, haksızlık yapılırsa? Haklının yanında yer alır ve lisanımünasiple haksızı uyarırız. Yine de önceliğimiz Türkiye’nin çıkarıdır. Yabancı sözlerinden başladık, öyle bitireyim: 1816’da, Trablus’ta Yusuf Karamanlı Paşa ile ABD arasında barış anlaşması yapıldı. Anlaşmayı yapan ABD kaptanı Stephan Decatur, ABD’ye dönüşünde, şerefine verilen ziyafette kadehini kaldırıp şu meşhur sözü söyledi: “Bizim ülkemiz! Dilerim yabancı milletlerle ilişkilerinde her zaman haklı tarafta olsun; fakat haklı veya haksız, bizim ülkemiz!”

AB, yeni diplomatlar yetiştirmek için bir Diplomasi Akademisi kurdu. 13 Ekim’de akademinin açılışında, AB Dış İlişkiler ve Güvenlik Politikası Yüksek Temsilcisi Josep Borrell konuştu ve AB’yi bir bahçeye, AB dışındaki dünyanın çoğunu da ormana benzetti. Yukarıdaki satırları, Borrel’in fikirleri hakkındaki düşüncelerimi anlatmak için girizgâh olarak yazdım. Fakat yerim bitti. Pazar’a inşallah.

YORUMLAR (25)
YORUM YAZ
UYARI: Hakaret, küfür, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. (!) işaretine tıklayarak yorumla ilgili şikayetinizi editöre bildirebilirsiniz.
25 Yorum