Avrupa Birliğine tam üyelik imkânsızsa…
Avrupa Birliği’nin bize olan ihtiyacı, bizim ona olan ihtiyacımızdan daha fazla olmadan; Türkiye tam üye olamayacaktır. Hakikat budur.
Ne zaman tam üyelik konusu gündeme gelse, Türkiye AB’ni sözüne sadakat göstermeyen, ayırımcı, çifte standart uygulayan ve her bakımdan etik dışı davranan olmakla suçlar.
Nüfusu fazla, yoksul, kültürel ve dini olarak “öteki” ve topraklarının çoğu Asya’da olan bir ülkeyle “egemenlik paylaşımı” ve “ortak karar alma” anlamına gelen “tam üyelik olgusu”; Avrupalıların çoğuna, en azından bugün imkânsız görünmektedir.
Bu “psikolojik gerilim”in her iki tarafa da bir faydası olmadığı çok açık. Bu gerilimi gidermek için içeriği tek maddede özetlenebilecek bir anlaşma yapılabilir: “Taraflar 2030 yılından itibaren, her on yılda bir “tam üyelik konusu”nu görüşmek üzere kendiliğinden toplanır.” Böylece hem “tam üyelik ufku” devam eder hem de gündemden kalkar ve gerilim son bulur. Hepsi bu kadar. Geriye Gümrük Birliği’ne, GB, ne yapılacağı kalır.
Soru: Avrupa Birliğine “ilelebet tam üye” olamayacağımıza inansak bile Gümrük Birliği’nde kalmaya razı mıyız? Mevcut GB uygulaması aynen devam etmeli mi? Her iki soruya da cevap hayırsa, o zaman planımız ne olmalıdır? Umut çok cılız olsa bile, Türkiye, işi “zamana yayma”lı mıdır?
AB kendi yararına olan GB statüsünü sürdürmek ve geliştirmekten rahatsızlık duymaz; zaten aramızdaki resmi müktesebat gereği, Türkiye’ye tam üyelik dışı bir teklifte bulunamaz.
Geçmişte Türkiye’ye yapılmış gayri resmi, Avrupa kaynaklı bazı teklifler vardı: Özel Statü, Ayrıcalıklı Ortaklık veya Stratejik Ortaklık. Bir röportajda Alman Başbakanı “Tam üyelik harici her şeyi kapsayacak bir anlaşma”ya razı olduğunu söylemişti.
Bugün, yukarıdaki öneriler bile gündeme gelmiyor, artık. Hatta AB, şimdiye kadar sayısı 64’e ulaşan ülkeyle serbest ticaret anlaşmaları imzalayarak ve Türkiye’yi bu anlaşmalara dâhil etmeyerek Türkiye’nin “tam üyelik ümidi”ni tamamen kırmak istiyor. Sindirilmiş ve tam üyelik talep etme iradesi kırılmış Türkiye’nin, eninde sonunda tam üyelik dışı bir statü talep etmesini bekliyorlar.
SANAYİSİZLEŞMEK
Veya ikinci sınıf, kalitesiz ve yetersiz bir sanayi kaderimiz olmamalı.
Bugün Türkiye’de kurulacak yeni bir sanayi tasarım ve know-how bakımından Batı Avrupa ve maliyet bakımından da Uzakdoğu ülkeleriyle rekabet etmesi gerekir.
Türkiye’de ilk defa kurulacak nitelikli bir sanayinin, kamunun koruması ve desteği olmadan, mevcut rakipleriyle her bakımından rekabet edebilmesi mümkün değil. Gümrük Birliği Anlaşması, ürünü yaşatmak için, devletin yüksek gümrük oranları uygulamasına ve sübvansiyon katkılarına izin vermez.
AB’de tasarlanan ve parçaları dünyanın herhangi bir yerinde ürettirildikten sonra AB sınırları dâhilinde monte edilen ve gümrüksüz olarak Türkiye pazarına girebilen bir ürün; kendisine gelecekte rakip olacak bir Türk ürününü, fiyat indirimleri ve diğer mekanizmalarla batırır.
Gümrük, fon, kota ve sübvansiyonlarla “bebe sanayileri korumak” dediğimiz olguyu Avrupalılar çok iyi bilir. Batı tarihinin en büyük iki İç Pazar Korumacısı Amerika ve İngiltere’dir.
Mesela İngiltere, 1820 yılında %45-55 gümrük oranları uygularken; Amerika %40, Fransa %20 ve Almanya %18 uyguluyorlardı. Japonya, Hollanda İsviçre, İsveç, Avusturya ve diğer ülkeleri de yüksek koruma oranlarına sahipti.
İngiltere 1860 yılında dünyanın en gelişmiş ekonomisi olunca, bütün dünyaya serbest ticaret yani bir nevi “Gümrük Birliği” önerdi ve 1932 yılına kadar kendi gümrüklerini sıfırladı. Bugünkü ekonomi yazınının ultra liberal serbest pazar teorilerinin temeli bu yıllarda atılmıştır.
Ya mevcut ikinci sınıf, katma değeri düşük ve AB’nin terk ettiği işlere devam edeceğiz ya da “kamunun koruyucu şemsiyesi” altında “yazılım katkısıyla üretilmiş” veya “içinde yazılım olan” yeni sanayiler geliştireceğiz. Hem GB hem de “katma değerli sanayileşme” mümkün değil.
Meksika’nın çıkmazları, Amerika’nın korumacılıkla geçen yüzyılı, Çin, Güney Kore ve yabancı sermayenin etkileri konusu gelecek yazıya kaldı.