İstanbul üzgün bari biraz caz dinleyelim
Şiirin ve müziğin başkenti olan İstanbul şu günlerde kelimenin tam anlamıyla bir hüzün iklimi yaşıyor. Maalesef bunca demokrasi deneyimimize rağmen, bu şehre yakışan doğru dürüst bir seçim yapmayı bile başaramadık. Günlerdir süren itirazlar ve sandık sayımlarından o kadar yorulduk ki, sadece endişeli bakışlarla siyasetin çaresizliğini seyrediyoruz, ama elimizden bir şey gelmiyor.
Anlaşıldı ki bu demokrasi işini daha uzun süre beceremeyeceğiz, en önemlisi de bu ülkenin siyasi aklının, İstanbul’un sanat-edebiyat ve kültürel derinliğine yakışan estetik bir hafızadan yoksun oluşudur.
Kuşkusuz niyetim, İstanbul’un bu haline ağıt yakmak filan değil. İnadına bu şehrin şiir ve müzikle ilgili hatıralarına yaslanarak, siyasetin zihinlerimizi abluka altına alan kaos ortamından biraz olsun uzaklaşmak...
Uzun yıllar önceydi, şimdi dönüp bakıyorum da üzerinden tam otuz yıl geçmiş... 1988’de Miles Davis’in efsane topluluğuyla Açıkhava sahnesinde gezinerek çalması bir düş gibiydi. O gecede sadece Miles yoktu elbette, muhteşem performanslarıyla yüreklerimizi aydınlatan cazın efsane isimleri vardı sahnede. Dizzy Gillespie’den Ornette Coleman’a, Modern caz Quartet’den Stan Getz’e birçok caz ustasını yakından dinleme imkanını bulmuştum.
Ve tabii ki sadece bu kadar değil, mesela 18. İstanbul Caz Festivali’nin efsanelerle dolu unutulmayan caz geceleri... Yüreğimin küllerini aralayıp baktığımda görüyorum ki, Müzik dehası Miles Davis’in ölümünün 20. Yılında Davis’le daha önce çalmış üç efsane isim Marcus Miller, Wayne Shorter ve Herbie Hancock sanatçıya saygı duruşu niteliğinde bir projeyi hayata geçirmişlerdi: Tribute To Miles...
Açıkhava sahnesinde “Tribute To Miles” projesinin dünya prömiyerini gerçekleştiren bu üçlü, konserde piyanoda Herbie Hancock, saksafonda Wayne Shorter, bas gitar ve bas klarnette Marcus Miller ile trompette Sean Jones ve davulda Sean Rickman, Miles Davis’in 50’lerdeki bop ve cool döneminden, ‘70’lerdeki deneysel-elektrik parçalarına ve 80’li yıllardaki son çalışmalarına dek uzanan bir programla hepimize müthiş bir gece yaşatmışlardı.
***
Şunu açıkça ifade etmek gerekiyor ki, Miles Davis’i dinlerken yüreğinizi delip geçen müthiş bir yalnızlık hissedersiniz, ama yalnızlığınızdan asla utanmazsınız. Eğer keder ve yılgınlığı Davis’in üflediği o tonla buluşturabilirseniz, dünyaya karşı müthiş bir protesto çığlığı bile üretebilirsiniz.
İngiliz müzik eleştirmeni Michael James’in Miles Davis’le ilgili şu sözlerinin altını çizmek istiyorum: “Caz tarihinde yalnızlık olgusunun, Miles Davis’in yaptığı kadar dokunaklı bir şekilde hiçbir zaman sınanmadığını söylemek, kesinlikle abartı değildir.” (Caz Kitabı, Joachim E. Berendt)
Miles Davis’in tonunun keder ve yılgınlığın tonu olduğunu belirten Caz kitabının yazarı Joachim E. Berendt de şunları söylüyor: “Keder ve yılgınlık –bu ikisini müzikal olmaktan çok, kişisel bir protesto isteği birleştirir-, Miles’in söylemek istediği diğer şeylerden bağımsız olarak vardır; Davis bir çok neşeli, hoş ve dostça şeyler söyler, ama hepsini keder ve yılgınlık tonunda ifade eder.”
Caz muhabbetinin bazı okurlar açısından çok da cazip olmadığını biliyorum. Elbette herkes caz dinlemek zorunda değil, ama müzik dinlemenin hepimizin zihin dünyasında muhteşem ufuklar açacağını da unutmayalım. Türk musikisi dinleyelim, klasik Batı müziği dinleyelim ya da yüreğimize ferahlık katacak bir ilahi dinleyelim, yeter ki müziğin o derin iklimiyle buluşalım...