Türkiye hukuk sınavını kaybediyor

İktidarın yeni anayasa vaadi yaptığı şu günlerde, Türkiye hukuki zemini tümden kaybetme tehlikesiyle karşı karşıya. Bir taraftan Türkiye’yi darbe anayasalarından kurtaracak ‘demokratik anayasa’ masalları anlatırken, bir taraftan da yargı üzerindeki siyaset gölgesini ağırlaştırmak herhalde Türkiye’ye ait bir özellik olsa gerek.

Tam da AİHM’nin Türkiye aleyhine verdiği kararın hemen ertesinde Gezi Parkı davasında Osman Kavala’ya ağırlaştırılmış müebbet, Can Atalay, Çiğdem Mater, Tayfun Kahraman ve Mine Özerden’e verilen 18’er yıllık cezaların Yargıtay tarafından onanması kelimenin tam anlamıyla talihsiz bir gelişme oldu.

Maalesef Anayasa’ya ve başta Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi (AİHS) olmak üzere altına imza attığımız uluslararası sözleşmelere ve bu bağlamda oluşan yükümlülükler gereği AİHM kararlarına rağmen bu kararların verilmesi, ne yazık ki Türkiye adına endişe verici bir durum olmuştur.

En vahim olanı da bu kararla birlikte Türkiye’de yargının ‘siyasi bir cezalandırma mekanizması’ olarak işlediği yönünde bir algının oluşmasına yol açacak olmasıdır ki ülke adına esas kaygı verici olan da budur.

Oysa Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan daha on beş gün önce ‘Yeni Anayasa Sempozyumu’nda yaptığı konuşmada diyordu ki: “Önemli olan anayasaları modern dünyanın güzel kavramlarıyla süslemek değil, bu metinlerin ruhuna uygun yönetimler ve uygulamalar ortaya koymaktır.”

Peki akla, vicdana ve hukuka aykırı bu kararlarla insanların doğuştan gelen hak ve özgürlüklerini garanti altına alan yeni bir anayasayı nasıl inşa edeceğiz?

Bir kere başından beri hiçbir belge ve kanıta dayalı olmayan Kavala davası, hukuki değil, tamamen siyasi bir süreçte ilerlemiştir. Nitekim önce Gezi’den beraat etmiş, ancak anında bir ‘ajanlık’ suçu icat edilerek tutukluluğu devam ettirilmiştir. Sonrasında Gezi davasında yeniden yargılamaya gidilmiş ve Kavala’ya beraat ettiği davadan ağırlaştırılmış müebbet verilmiş, icat edilen ajanlık davasından ise beraat etmiştir.

Aslında bu davanın, nasıl absürtlüklerle dolu iddialara dayandırıldığını daha iyi anlayabilmek için, Arap Baharı’nı dış güçlerin oyunu olarak kötüleyen Türk yargısının karar metninde yer alan ifadeleri dikkatle okumakta yarar var. Mahkemenin, Arap Baharı’nı kötülemek için neden böyle bir zahmete girdiğini anlamak güç ama yargımız, yıllarca Türk halkının ve özellikle de AK Parti iktidarının hararetle desteklediği Arap Baharı’nın hükümetleri yıkmaya yönelik ‘silahlı bir hareket’ olduğuna karar vermiş bulunuyor. Yıldıray Oğur önceki gün köşesinde yazmıştı, işte o ifadeler: “…2010 yılında başlayan ve Arap coğrafyasında halk hareketleri ile sonuçlanan Arap Baharı'nın, Arap halklarının demokrasi, özgürlük ve insan hakları talepleri ileri sürülerek ortaya çıktığı, bölgesel ve toplumsal bir siyasi ve silahlı bir hareket olduğu, bu itibarla protestolar, mitingler, gösteriler ve iç çatışmalar yaşandığı, özgürlük mücadelesi görünümü ile halkların, hükümetleri ortadan kaldırdığı, Tunus, Mısır, Libya, Suriye, Bahreyn, Cezayir, Ürdün ve Yemen'de büyük çapta; Moritanya, Suudi Arabistan, Umman, Irak, Lübnan ve Fas'ta küçük çapta olmak üzere tüm Arap coğrafyasında baş gösteren mitingler, protestolar, halk ayaklanmaları ve silahlı çatışmalar şeklinde gerçekleştiği, ülkemizde ise bu olayların farklı bir yansıması ve uyarlaması olarak, bu olayların ülkemizde de gerçekleşmesi arzusu ve isteği ile İstanbul Taksim Bölgesi Yayalaştırma projesi kapsamında Taksim Gezi Parkı'ndaki bazı ağaçların 27.05.2013 tarihinde başka yere nakledilmesi bahanesiyle başlayan Gezi Parkı eylemlerinin provokasyonlarla birlikte ülke çapında olaylara ve şiddet içerikli eylemlere dönüştüğü anlaşılmıştır.”

Maalesef Türkiye giderek bağımsız ve tarafsız bir yargı anlayışından hızla uzaklaştığı gibi, hukuk devleti olma özelliğini de kaybediyor. Eğer ‘hukuk devleti’

anlayışından kopuş bu hızla devam ederse, epey bir süredir iktidarın hak ve özgürlükler konusundaki uygulamaları yüzünden, demokratik dünya ile Türkiye arasında örülmeye çalışılan ‘kapalı rejim duvarı’nın giderek daha da yükselmesi kaçınılmaz hale gelebilir. Nitekim Almanya Dışişleri Bakanlığı “Yargıtay’ın kararı, Türkiye’de insan hakları ve hukukun üstünlüğü açısından yıkıcı bir sinyaldir” ifadelerini kullanırken, Avrupa Parlamentosu’nun (AP) Türkiye raportörü Nacho Sánchez, AİHM ve Avrupa Bakanlar Komitesi’nin kararına uyulmamasını “tam bir felaket” olarak değerlendirdi. Muhtemelen iktidar Avrupa’dan gelen bu tepkileri ‘yok hükmünde’

kabul edip umursamayacaktır. Elbette Türkiye’nin kararlarını başka ülkeler belirlemeyecektir. Ancak evrensel hukuk normlarını yok sayan bir Türkiye’nin dünyaya vereceği fotoğraf, bu ülkede yaşayan herkesi yakından ilgilendirmektedir. Tam da ekonomide rasyonelleşme adımlarının atıldığı, Avrupa sermayesinin gelmesi için seferler düzenlendiği bir dönemde açıkça hukuka meydan okumak, Mehmet Şimşek’in ekonomideki gayretlerini dinamitleyen bir durumdur. Bir bakıma kendi ayağına kurşun sıkmak gibi bir şey yani…

YORUMLAR (100)
YORUM YAZ
UYARI: Hakaret, küfür, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. (!) işaretine tıklayarak yorumla ilgili şikayetinizi editöre bildirebilirsiniz.
100 Yorum