Lâzamanî

Hava kurşuni mi kurşunî, lodos sert mi sert.

Hangi ajansa baksan operasyon ayrıntıları.

Böyle bir ortamda her nasılsa sobalı bir atölyeye düştü yolum. Sobanın üzerinde bir bakır kallavi çaydanlık hırıltılı buharlar çıkartarak kaynıyor da kaynıyor. Sadece buhar çıkmıyor çaydanlıktan, atölyeye de mis gibi bir tarçın kokusu yayılıyor.

Sobaya iki odun , çaydanlığa üç kabuk daha atılıyor. Nereden bulunmuşsa bulunmuş bir pikabın iğnesi kaldırılıyor ve Münir Nureddin’den Fuzuli’nin o yakıcı mısraları hafifçe yükselmeye başlıyor: “Ruhsarını aybetme…”

Ses cızırtılarla perde perde yükselirken biz de içimizin derinliklerine dalıyoruz.

Arkadaşın yazdığı hüsn-ü hatt bir lamelifde duruyor. Lâzamanî miyiz yoksa lâmekanî mi, ayırdetmek güç.

İçeriye bir çocuk giriyor. Hiçbir duraksama göstermeden ekleniyor ortamdaki atmosfere. Arkadaş bardakları üçlüyor. Tarçını, lodosu ve Fuzuli’yi aktaran cızırtılı sesi yudumluyoruz.

Dışarıda bir şeyler uçuşuyor, lodos lodosluğunu yapıyor.

Şarkı bitiyor. Plak değişiyor. Biz de.

Çocuk, önceden özenle sarılmış bir hat levhasını alıp bir şey demeden çıkıyor.

Arkadaş lâmelifin yanıbaşına bir nun ekliyor.

Bir köşeden siyah beyaz bir kedi çıkıp, hattın geri kalanını tamamlayacakmış gibi masanın üzerine oturuyor ve nuna’ bakıyor.

Duvarlarda harfler var, çok eski bir duruşla duruyorlar.

Bir şair arkadaşım söylemişti: “Dünyanın en yeni günü, aynı zamanda dünyanın en eski günüdür de.”

Ve demişti ki bir başka eski dost: “Mevlevîler umumiyetle güler yüzlü, yumuşak insanlardır. Fakat tekkelerinin çatısı altında ne bir kahkaha ne de hıçkırık sesi duyulurdu.”

Her şey eskiden söylenmiş miydi? Bu lodos bile eskiden çoktan esmiş miydi?

Her kapı açık ölümsüzlük kapısı kapalı imiş dünyada, öyle mi?

Öyleyse bu bilinmiyor mu, inanılmıyor mu? Bu biliniyorsa bunca yanlış, kötülük ve zulüm nasıl yapılıyor?

Ve ‘gidenler küskün mü gidiyor toprağa?’

18-02/02/kar13-mevlana.jpg

MODERNİTE VE ACI

Tıp, bir yandan, acıyı kültürel yapıdan ayırıp tamamen teknik bir olguya dönüştürürken kimileri kronik olan bir yığın sakatlayıcı acıyla baş edemez durumdadır. Bu durumda ıstırap mutlak bir çıplaklığa gönderme yapar. Tıp kültürü acının erdemlerine inanmıyor artık. Bu alanda uzun süredir tanık olunan yetersizlikleri konusunda sert eleştirilerin etkisiyle değişmiştir nihayet. Toplumlarımız acıya manevi bir değer vermiyor artık. (…) David Le Breton- Acının Antropolojisi- Türkçesi: İsmail Yerguz- Sel yay.

SABAHIN SOĞUĞUNDA

Hava soğuk mu soğuk, yer Çorum.

Uzun, kalabalık bir sıra bir şey bekliyor. İş mi? Hayır. Fırında pide mi? Hayır. Yeni çıkan bir elektronik cihazı almak için mi? Hayır.

Bu arkadaşlar kütüphanenin açılmasını bekliyorlar.

Ne okuyacaklar, hangi kitaplara bakacaklar, ders mi çalışacaklar, bilmiyorum.

Ama bu bir kütüphane kuyruğu…

ANONS

En kuytu yerler, gitmediğimiz içimizde.

YORUMLAR (3)
YORUM YAZ
UYARI: Hakaret, küfür, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. (!) işaretine tıklayarak yorumla ilgili şikayetinizi editöre bildirebilirsiniz.
3 Yorum