Şurada burada Şûra’da

Dün İstanbul’da başlayan III. Millî Kültür Şûrası bugün ve yarın da devam edecek.

Ev sahipliğini Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın yaptığı Şûra’nın açılış konuşmasını Bakan Nabi Avcı ve Cumhurbaşkanı Erdoğan yaptı.

Çok sayıda seçkin davetlinin katıldığı Şûra’da kültürel sorunlar, yaklaşımlar ve çözüm önerileri 17 başlık altında oluşturulan komisyonların çok sayıda alt başlığa ayrılmış yüzlerce alt komisyonunda enine boyuna masaya yatırılacak. Acaba tebliğlerden, itirazlardan, müzakerelerden sonra geriye ne kalacak? Bunu şimdiden kestirebilmek zor. Fakat Şûra sonrasında ortaya çıkacak ve uygulanması mümkün olan her türlü önerinin bizzat takipçisi olacağını söyleyen Cumhurbaşkanı’nın vaadi dikkat çekmiş olmalı ki salondan bir alkış yükseldi.

Alkışlar daha dinmeden Cumhurbaşkanımızın özellikle son iki yılda altını çizerek vurguladığı mimarî, şehir, kültür ve sanat içerikli konuşmalarını hatırladım.

Sonra bir dostumla bu çerçevede yaptığımız konuşmaları hatırladım. Şöyle diyordu bana, dostum özetle: “Şu an çok önemli yapısal değişimler yaşanıyor, estetiğe de sıra gelecek.”

Müteahhit bakışının enikonu baskın olduğunu gördüğüm yerel ve merkezî yönetim yaklaşımlarına dönük kimi eleştirilerimi bu sözlerle karşılıyordu görüp geçirmiş dostum.

Umarım öyle olur, dediğimi hatırlıyorum. Ama gerçekte böyle bir şey olabilir mi? Her şey olup bittikten sonra bir şeyin olup bitmemesi için yapılacak şeylerin bütünü, zamansal olarak tamire, tağyire ve tadilata yönelik bir işlev üstlenebilir mi?

Cam kırıldıktan sonra, o bölgedeki bütün taşları toplamak için yüzlerce kamyonu bölgeye yığmak, kırılmış camı kırılmamış hâle getirebilir mi?

İstanbul’da suları gürül gürül akan bir çeşme olsaydı da konuşabilseydik bunları, mermerde başka bir içerikle akan sülüs bir duanın altında.

Şimdi her akşam camlarında yangın çıkan gökdelenler var mîrim, kafanı o kadar kaldırıp bakabilirsen. Üsküdar yok artık, Marmaray’dan Üsküdar durağında inip yerin yüzüne çıktığında.

Birkaç huysuz ihtiyar mırıldanadursun Kâtibim’i.

O Kâtibim ki bir zamanlar hafif makara bir şarkı iken bugün ‘nostaljik azîzan’ mertebesine yükseltilmiş. Vâ esefâ ve fakat hayırlı ola Şûra…

Ne güzeldi birkaç âşina dostla akan Boğaz’a bakıp birlikte akmak.

Emeği geçen ve davet etme inceliğini gösteren tüm dostlara bin teşekkür.

Dalgın dayı

İnsanız neticede; zaaflarımızla, hasletlerimizle. Buzdağlarını müştereken hohlaya hohlaya eritiyor, yerine gökdelenler dikmek için kapışıyoruz. Rezidanslarımızın bilmem kaçıncı katında Beytullah’a karşı gerine gerine uzanıyor, tevazu üzerine sohbetler ediyoruz. İnsanız neticede; bu dağdağa içinde arada bir “ürperiyoruz” da.

Geçen gece bir muhabbet meclisindeyiz. Ortada bir mangal. Hukukçu dostumuz Şadi’ye dedim ki: Üstadın “Mangal” şiiriyle başlayalım sohbete”. Hâfıza yerine hemen internete sarıldı hazret. Ne diyelim, insanız neticede; hâfıza-ı beşer...

...

“Küllerini deşince/Titrer ürperir mangal.”

“Metafizik ürperti”yi çoktaaan unuttuğumuz bir çağda, mangalın ürpermesinden bahis açmak! Gel de ürperme! Eh, “gaibi kurcalayan çilingir” olursanız, eşyanın ürpermesini de hissedersiniz elbet. Efendim, metafizikten söz açtık da... Mahmutpaşa’da bir işportacı. Kalabalıklar içinde bir münzevi. Yüzünde çizgi çizgi “çile’. Ömür boyu ne bulursa dağıtmış. Her mecliste gönül sofraları kurmuş. Yedi odalı gecekondusu tıklım tıklım kitap; hepsini incelemiş, notlar düşmüş. Velhasıl, kelimenin tam manasıyla nevi şahsına münhasır. Üstadın “metafizik evladı” merhum “Hilmi Ağabey”imiz !

Yıl 1985... Kubbealtı Vakfı’nın iftarındayız. Hilmi Ağabey ile aynı masada. İftarın sonuna doğru iki öğrenci çıkageldi. Ne var ki yemek tükenmiş. Öylece kalakaldılar. Hilmi ağabey, bendenize “gel” işaretinde bulundu. Ardından da öğrencilere. Laleli’de bir lokantaya doğru yola koyulduk. Biraz sonra, caddenin öte yanından bir ses: “Dayıııı gel, paranın üstünü al!” Sesin sahibi bir kadın. Seslendiği kişi Hilmi Ağabey; lâkin duymazlıktan geliyor. (Bu çilekeş kadından geçen ayki bir yazımda bahsetmiştim. Bizans’tan kalma bir taşın üzerinde otobüs bileti satan, ayakları dizkapağından kesik, kimsenin yardımını kabul etmeyen onurlu kadın.)

Uzatmayalım efendim, merak saikiyle kadıncağızın yanına gittim. Meseleyi anlattı. Hilmi Ağabey birkaç gün önce tek bilet satın almış. Karşılığında da yüz katı değerinde bir banknot vermiş. Kadın diyor ki: “Para üstünü almadan çekip gitti. Az para mı. Dayı amma da dalgın.”

Kadıncağızın bilmediği bir şey vardı. “Dalgın Dayı”, insanlara yardım etmek için kolları sıvadığında vaziyete göre planlar yapardı.

...

“Dalgın Dayı”yı tanıtabilmek için formalar dolusu yazmak gerekir; lâkin onun tevâzuu buna müsade etmez. Sadece bir cümle ilave edeyim: Ömür boyu gıybet etmemiş bir dil! Bu nasıl bir nefs hakimiyetidir? Gel de ürperme!

...

Üstad da metafizik evladı “Dalgın Dayı” da ‘çile’li bir devire nokta koyup menzil-i maksuda ulaştılar. Laf-ı güzaf ile meşgul fânilere de mangalbaşını noktalamak düştü. “Fâni günleri anar,/ Sabaha erir mangal.”

YUSUF ZİYA ADIDEĞMEZ

YORUMLAR (1)
YORUM YAZ
UYARI: Hakaret, küfür, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. (!) işaretine tıklayarak yorumla ilgili şikayetinizi editöre bildirebilirsiniz.