Bir oylama değil uzlaşma süreci yaşıyoruz
Muhtemelen 1980’lerin sonunda, o yıllarda durmadan açılıp kapanan edebiyat dergilerinin birinde ‘’Akşama kuru fasulye yapacağım ama egemen güçler bunu engelliyor’’ minvalinde bir karikatür okuduğumu hatırlıyorum. Yanlış hatırlamıyorsam o karikatür, yaşanan acı 12 Eylül tecrübesine rağmen hala 1970’ler Türkiye’si modeli Marksist solculukta ısrar edenlere yönelik bir göndermeydi.
Türk siyasi hayatına soldan gelen bu ‘’komplo’’ mirası bugün maalesef hala sürüyor. Artık sadece solun değil sağ kesimin de her derde deva kullandığı bir formül haline geldi. Bu formüle göre Türkiye’deki her önemli siyasi gelişmeyi Türkiye dışındaki birileri perde arkasından yönetiyor ve biz de çaresiz ve iradesiz şekilde maruz kaldığımız bu dayatmayı yaşamak zorunda kalıyoruz.
Bu büyük bir safsata. Türkiye’deki gelişmelere göre, dış güçler kendisini konumlandırıyor hatta etki ediyor olabilir. Ancak yaşanan olayların kendisi bizim irademiz, edimlerimiz neticesinde gerçekleşiyor. Dış güçlerin etkisi sadece zafiyetlerimizle doğru orantılı.
Neredeyse hikmetinden sual olunmayacak yere konumlandırılan, dış güçlerin mukadderatımızı belirlediği hurafesi, bir tespit değil ancak cehalet ve aşağılık kompleksinin işareti ya da bilinçli bir siyasi manipülasyon olabilir.
***
Buradaki asıl sorun, dış güçlerin yarattığı tehlikelerden daha çok siyasetin dış güçler algısını bir araç olarak yüz yıllardır kullanması. Hükümet, dış güçler anlatısından bu zamana kadar sorumsuz ve bıkkınlık getirecek şekilde istifade etti. Kürt sorununun çözümü gibi tarihi bir dönemeçte ise sıra muhaliflere geçti. Bir yanlış anlamayı engellemek adına; muhaliflerden kastedilen muhalefetteki bütün siyasi partiler değil, barışa ya da onların deyimiyle bu şekilde bir barışa karşı olan bütün parti, kurum ve şahıslar. Çünkü çözüm sürecine Cumhur İttifakı içinde de sıcak bakmayanlar var.
Bu tür büyük çaplı ve katmanlı bir toplumsal uzlaşma süreci, tarihimizde henüz tecrübe etmediğimiz bir süreç. İlk dakikadan itibaren olaya gayri ihtiyari cephe mantığı ile bakıldı. Hemen barışı isteyenler ve istemeyenler cephesi oluştu ve karşılıklı atışmalar, hakaretlerle malum suçlamalar ortalığa boca edildi.
Bu noktada PKK’nın feshedilmesiyle başlayan çözüm sürecine taraftar olanların, bu süreci desteklemeyenlere karşı çıkması da yapıcı bir yaklaşım değil. Bir yandan Kürtlerin ötekileştirmesine karşı bir duruş sergilerken, öte yandan sürece itirazı olanları ötekileştirmek açılımın ruhuna aykırı bir davranış olur. Özellikle, biz süreci destekleyenlerin, karşıtların endişeleri için empati geliştirmesi gerekiyor.
***
Söz konusu olan sadece hükümet ile PKK arasında bir barış değil, Türkiye’nin yüzyıllardır ihtiyaç duyduğu toplumsal bir uzlaşmadır. Türkiye’yi kalıcı olarak dönüştürebilecek çok önemli bir tarihi dönüşümün eşiğindeyiz ve bu her zaman gelen bir fırsat değil.
Barış ve uzlaşma isteyenlerin sayısal çoğunluğu sağlaması durumunda bile (Şahsen ben çözüm sürecinin çoğunluk tarafından kabul gördüğü hissiyatındayım) kalıcı olması, ancak barışa karşı olanların büyük oranda ikna edilmesi ile mümkün olabilir. İçinde bulunduğumuz süreç bir oylama değil bir uzlaşma süreci.
Çözüm sürecinde şu anda önemli olan, mevzi kazanmaktan daha ziyade herkesin kabul edeceği bir dil ve üslubun yakalanması. Yani tartışmayı farklı görüşlerde olsak bile ‘’ihanet, nefret ve komplo’’ açmazından çıkartabilirsek çok önemli bir aşama kaydetmiş oluruz.
Siyasal ve duygusal yükü çok ağır olan bir sürecin içindeyiz. Bu süreci sağlıklı sürdürebilecek dirayet sahibi kanaat önderlerine ihtiyaç var. Bu noktada zannedildiği gibi bize son sözü söyleyen güçlü liderler değil, farklı beklentileri hatta korku ve endişeleri anlayabilen empati sahibi cesur siyasetçiler lazım. Kimse bu iradeyi sergileyebilecek siyasetçilerin etnik kökenine bakmaz.
***
Toplumun hem ilkeli ve ahlaklı siyasi irade gösterip hem de tüm kesimlerle empati kurabilecek önderleri ne denli bağrına bastığını Sırrı Süreyya Önder’in vefatıyla anladık. Çözüm sürecindeki siyaset için güzel bir ilham kaynağı.
Gerilim dolu günlerden geçmekle birlikte Türkiye, ihtiyaç duyduğu uzlaşmaya bir ‘’yürek’’ mesafesi kadar yakın. Bu cesur adımı ancak hep birlikte atabiliriz.














