Birey, özgürlük, kula kulluk

İslâm’ın temel kaynaklarından sapmayan, geçmişte kültürümüze zengin değerler katmış olan ve halen bu çizgiyi koruyan tasavvufî yapılarla hiçbir sorunumuzun olamayacağını yazmaya bile gerek duymuyorum. Ancak günümüzde “cemaat” denilen yapılardan bir kısmının bu çizgiden saptıklarını da görmemiz gerekiyor. Kanaatimce bunların en büyük problemi, kendilerini sorgulanamaz görmeleri ve mensuplarından -bazen kula kulluk derecesinde- teslimiyet istemeleridir. Aşağıda bu tutumun zihniyet temeline ve zararlarına ilişkin fikirlerimi bulacaksınız.

Şu günlerde yazılıp konuşulanlar hakkında, “ortama göre ağız değiştirildiği” yönünde eleştiriler yapılabildiği için aşağıdaki yazımın, 19 yıl önceki bir konuşmamdan –kısaltmalar yapılarak- alınmış bir bölüm olduğunu belirtmem gerekiyor (Tümü için bkz. İslâm ve Demokrasi, T. Diyanet Vakfı Yay. Ankara 1998, s. 332-342).

***

Bütün insanî eylemler önce düşüncede var olur. Düşüncesini duygularının veya başka bir şeyin (kurumun, kişinin) köleliğine veren insanın, artık özgür iradesiyle gerçek anlamda insanî davranışlar sergilemesi mümkün değildir. Varoluşçuların, ama onlardan bin yıl önce Fârâbî’nin belirttiği gibi insan, ancak özgürlüğünün farkına vardığı zaman, birey olduğunun, dolayısıyla insan olduğunun da farkına varır.

İşte Müslümanların bu noktada sorunları var. Yaklaşık 12. yüzyıldan başlayıp, 20. yüzyıla kadar medreselerde ve diğer eğitim kurumlarında ağırlığını koruyan susturucu - teslimiyetçi eğitim anlayışının bizde bir zihniyet problemi doğurduğu anlaşılmaktadır.

İslâm dünyasının demokrasiye, insan hak ve özgürlüklerine dair sıkıntıları, aslında kendi insanını birey; yani eşit, bağımsız ve özgür bir şahsiyet olarak yetiştirmedeki kusurlarından kaynaklanıyor. İslâmî öğretide yeri olmadığı halde, yüzyıllar boyunca birçok insana, dünya ve âhiret kurtuluşuna nâil olabilmek için Allah’tan başka birine daha dayanmak; şeyhe, mürşide, üstada sığınıp güvenmek, onlar karşısında asla sorgulayıcı olmamak gerektiği kafalara işlenip durmuştur.

Oysa yargılama yeteneği Allah’ın yalnızca insana olan vergisidir; veriliş hikmeti de hakikatin ve erdemin bulunmasıdır. Bu vergiyi kullanma imkânı elinden alınmış insanın, başkasını sorgulama gibi -daha kötüsü- kendisini sorgulama yeteneği de ölüp gidecektir. Kendi kendini sorgulamaya tahammül edemeyen insan, başkasının onu sorgulamasına hiç tahammül edemez. İşte Türkiye’nin (ve İslâm toplumlarının) yaşadığı sorunların özünde bu var. Artık iç ve dış şartların bizi yüz yüze getirdiği gerçeği görerek, bizim de geleneğimizden gelen bu sorunun içinde bulunabileceğimizi kabul etmemiz ve elbirliğiyle bundan sıyrılma sürecini (başta eğitim olmak üzere her alanda) başlatmamız gerekiyor.

Çünkü bu süreci yaşamayanlar kusurlarını tamir edemiyorlar. Başkaları hakkında da kendileri hakkında da ‘sorgulama’ ile ‘suçlama’yı, ‘eleştiri’ ile ‘hakaret’i aynı şey sayma yanlışlığına düşüyorlar. En sonunda kendilerini ve kendileriyle aidiyet bağı bulunanları; meselâ geleneği, ideolojiyi, tarikatı, cemaati, partiyi... kendileri sorgulayamadıkları gibi başkalarının sorgulamasına da tahammül edemiyorlar. Böylece sevdikleri şeyin -belki de- daha rafine ve dolayısıyla daha güçlü hale getirilmesi fırsatını da kaçırıyorlar.

Bugün hukukun üstünlüğü, eşitlik, bireyin önemi, fikir ve ifade özgürlüğü gibi insan haklarına ilişkin değerlerin önündeki engeller olarak görülüp şikâyet edilen oligarşik yapıların ve uygulamaların böyle bir geleneği aşamamış olmamızdan kaynaklandığını düşünüyorum.

***

FETÖ yapılanmasında gördüğümüz ‘kula kulluk kültü’nün -elbette başka yönlerden olduğu gibi- geleneksel eğitim zihniyetimiz bakımından da analiz edilmesi, bundan sonraki eğitim felsefemizi belirleme hususunda ufuk açıcı olacaktır.

YORUMLAR (4)
YORUM YAZ
UYARI: Hakaret, küfür, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. (!) işaretine tıklayarak yorumla ilgili şikayetinizi editöre bildirebilirsiniz.
4 Yorum