Depremler, yangınlar ve insanın değeri
Kısa zaman önce Kartalkaya’da tamamen insan kusurunun sebep olduğu, 78 cana mal olan bir yangın faciası yaşadık. 6 Şubat, 53 bin küsur insanımızın ölmesine, 107 bin insanımızın yaralanmasına, binlercesinin sakat kalmasına, ayrıca 518 bin konutun yıkılmasına veya ağır hasar almasına yol açan depremin ikinci yıldönümüydü.
Bazıları bu depreme “asrın felaketi” diyerek kendi sorumluluğumuzu gözden kaçırmaya çalıştılar. Yalnız bu şark tipi kurnazlığımız bile hâlâ aklımızı başka yerlere çalıştırdığımızın bir alameti idi. Yangın sırasında giriştiğimiz siyasi polemikler de öyle.
Depremler doğal afetlerdir ama –vaktinde tedbir alan ülkelerdeki tecrübeler gösteriyor ki- bizdeki ağır kayıplar ve yıkımların sebebi, insanımızın zihin ve ahlak sorunudur; onun da asıl sebebi, bizde insanın değersiz oluşu ya da para ve makamın insandan daha değerli oluşudur.
Öyle görülüyor ki, bütün mesele geliyor, “insanın değersizliği” sorununa dayanıyor. Gelir dağılımındaki eşitsizlikten ve bunun oluşturduğu yoksulluktan tutun da hukuk ve yargı sorunlarımıza, bir türlü insana insan olarak değer veren bir anayasa ve kamu hukuku oluşturamamış olmamıza, hokus fokusla siyaset yapmamıza kadar başka pek çok toplumsal problemimizin temelinde de “insanın değersizliği” yahut temel haklar bakımından bazılarımızı bazılarımızdan daha çok değerli gören anlayışımız var.
***
Sudan asıllı ABD’li akademisyen Ahmed en-Naîm’in ifadesiyle “Hz. Peygamber, Kur’an’ın tamamını muhataplarına ileterek ve Kur’an değerlerine uygun yaşayarak, İslam’ın evrensel ve ebedi mesajının nebevî rolünü sadakatle yerine getirdi. İslam’ın bütününden yola çıkan Peygamber, daha sonra [zamanın şartlarına göre] en uygulanabilir modeli inşa etti; geri kalanını da Müslümanların kendi ihtiyaçları ve deneyimleri ışığında geliştirmeleri ve uygulamaları için onlara bıraktı” (“Islamic Law, International Relations, and Human Rights: Challenge and Response”, Cornell International Law Journal, XX [1987], s. 334).
Kur’an ve Peygamber, insanın değeri konusunda da temel fikri oluşturdu; zamanın icaplarına göre güncellenmesini de gelecek nesillere bıraktı. Fakat Müslüman topluların zihnini esir alan dogmatizm (nasçılık), güncellemeye hiçbir zaman izin vermedi. Dolayısıyla Müslüman dünyada sorun, “insanın değeri, onuru ve hakları”nı yücelten bir felsefe, doktrin ve uygulama için uygun dinî ve kültürel kaynakların bulunmaması değil, katı dogmatizmin böyle bir felsefe, doktrin ve uygulama üretecek entelektüel yapının oluşmasını imkânsız kılmasıdır. Bu yapı oluşmayınca maşeri vicdanda insan ve hak bilincini diri ve tavizsiz tutacak bir eğitim felsefesi ve programı geliştirilemedi.
Bu nedenle halen İslam ülkelerinin çoğunda az veya çok sayıda insanlar hak ihlalleri, siyasi baskı, terör, mezhep çatışmaları, işsizlik, yoksulluk gibi maddi ve manevi haksızlıklar sebebiyle acı çekiyorlar. Bunların hepsi, bu ülkelerdeki “insan”ı ve onun haklarını değersizleştiren zihniyetten kaynaklanmakta, üstelik bu anlayışı İslam’la ilişkilendiren fetvalar verilmektedir.
***
Ülkemizde vaktinde gerekli tedbirleri rasyonel şekilde almamak yüzünden doğal olan ve olmayan her afette büyük kayıplar veriyoruz. Çünkü asırlar boyunca uyguladığımız örgün ve yaygın eğitimin formatladığı zihinlerimizde insanın onuru, saygınlığı ve Allah tarafından bahşedilmiş olan doğal hakları, başka hiçbir şeyin onları öncelemeyeceği kadar mutlak, şartsız ve dokunulmaz değildir. “Bizden değilse canı cehenneme!” fikri zihinlerimize hâkimdir. Halbuki belirtilen doğal felaketlerde kayıpları azaltmamız da, insan kusurlarını en aza indirmemiz de ve sonuçta huzurlu bir toplum inşa etmemiz de mutlak anlamda insanın değerini önceleyen bir zihinsel dönüşü yaşamamıza başlar.
Kur’ân-ı Kerîm, Allah’ın tüm insanlığa halifelik onuru ve sorumluluğu verdiğini bildirir. Fakat Emevî yöneticilerinden itibaren bu ‘halifelik’ sıfatı insanlıktan alınıp, –sorumluluk kısmı atılarak- yöneticilere verildi; önce Emevî sultanları kendilerine “halîfetullah” (Allah’ın vekili) dediler; arkasından şairler ve edebiyatçılar bu sıfatı sultanlar için kullandılar. Daha sonra siyasetle içli dışlı olmaya başlayan ulema kesimleri, hükümdarlar için “es-Sultânu zıllullahi fi’l-arz” (Sultan Allah’ın yeryüzündeki gölgesidir) şeklinde hadisler üreterek sultanları kutsal, dokunulmaz ve eleştirilemez varlıklar yaptılar.
Velhasıl, hâlâ insanı ve onun haklarını önceleyen bir anayasa ve kamu hukuku oluşturamamış olmamızın arkasında böyle bir siyasal ve toplumsal zihin dünyası var. Ve acilen bu zihin dünyasından kurtulmamız gerekiyor. Sorunlarımızı çözme sürecine girmemiz bu kurtuluşa bağlı.














