“Doğrusu nedir?”

Son günlerde –ben dahil- bazı dostlar, ‘dindarlık-ahlâk ilişkisi’ne ve bazı İslâmî çevrelerin dindarlık anlayışlarına dair eleştirel yazılar yazdık; dindarlarımızı sorguladık; hatta biraz da suçladık. Bu arada bir meslektaşımızın yaptığı anket sonuçları üzerinde de duruldu. Sunumunda benim de bulunduğum ankete göre “Dindar olmadan da ahlâklı olunabilir mi?” sorusuna halkımızın % 70.1’i “Evet, olunabilir” cevabını vermiş. Bir açıdan bakıldığında dindarlık oranının hayli yüksek olduğu bir toplumda böyle bir sonucun çıkması dolayısıyla da dindarlık anlayışımız sorgulandı.

Ama meselenin başka bir tarafı daha yok mu?

Bu eleştirilerden biri ve bence en önemlisi şöyle: “Üç şapkalı dindar olunmaz; işine geldiğinde laik hukuk, işine geldiğinde müftünün veya fıkıh âliminin fetvası, o da olmadı efendi hazretlerinin işareti… Böyle dindarlık olmaz; bu ahlâkî değil.”

Tamam, bu doğru; ama dinini ve ahlâkını bir arada yaşamak, yani ahlâklı bir dindar olmak isteyen insanlar da şu soruyu sormakta yerden göğe kadar haklıdırlar:

“Peki, hocam; anladım; üç suratlı olmak ne dine, ne de ahlâka, hatta ne de insanlığa yakışır. O zaman bana, içinde yaşamam mukadder olan bu çağda, bu şartlarda, iki yüzlülüğe düşmeden doğru dürüst dindar olmamın yolunu göstermen gerekir. Nelerin yanlış olduğunu söylüyorsun; o zaman doğrusu nedir? Onu da söylemelisin.”

İşte burada top gezdiriyoruz... Ama bu haksızlık… Hem adama yanlış yaptığını söylüyorsun hem “Doğrusu nedir?” dediğinde “Bazı sebeplerden dolayı onu ben söyleyemem” diyorsun. O zaman meydan, “Bu çağı bırak, dine bak” / “Dini bırak, bu çağa bak” / “İkisini de idare et” diyenlere kalıyor.

***

Daha önce de bir yazımda üzerinde durmuştum: Fıkıh mirasımızda geçmişi çok eskilere, an az bin küsur sene öncesine dayanan bir hiyel kültürümüz var ve bu kültür durup dururken ortaya çıkmamıştır. Bu kültür, hicrî II. yüzyıldan itibaren katılaşmaya başlayan, üstelik zaman geçtikçe hacmi kabaran lafızcı-dogmatik anlayışın ortaya çıkardığı kaçınılmaz bir gerçekliktir ve aslında –herkesin kenarından dolaştığı, öyle olduğu için de yüzyıllardır paçamızı kurtaramadığımız- asıl sorun da buradadır.

***

Özellikle son üç yüz yıldan beri gelişen bilim, daha önce misli görülmemiş yeni şartlar oluşturmakta, bireylerin ve toplumların hayatına yeni imkânlar sağlamakta, bu da kaçınılmaz olarak bireyin ve toplumun hayatında baş döndürücü bir değişime yol açmakta, öyle olunca eski elbiseler yeni bedenlere dar gelmektedir. Sanırım bunun aksini kimse iddia edemez; bu, insanlar istediği için böyle değildir; verili bir gerçekliktir; din diliyle ‘sünnetullah’tır.

İşte böyle bir çağda toplumların ve kurumların, değişimin ortaya çıkardığı masum ihtiyaç ve taleplerine göre, ahlâk ve kamu yararı eksenli makâsıd ve mesâlih gibi ilkeleri esas alarak, dinî birikim içinde şekillenmiş normları güncellemezseniz, o taktirde bunun ortaya çıkaracağı sadece iki sonuç olacaktır: Ya insanlar o normların, önlerini tıkadığını görünce seküler dünyaya geçecekler; ya da –yukarıda belirtildiği gibi- “iki, hatta üç ayrı meşruiyet ölçüsü” ve “iki, üç ayrı kişilik” geliştiren, hangi kişiliği ile karşımıza çıkacağını kestiremeyeceğimiz “Müslüman” tipi oluşturacaktır.

Üzülerek belirtelim ki, günümüz İslâm toplumları bu sorunu iliğine kadar yaşamaktadır ve bunun sorumlusu eleştirdiğimiz dindarlar değildir; baş sorumlu din âlimleri, uzmanlarıdır.

Yerinde çakılıp kalmış bulunan dinî anlayışımız yüzünden İslâm ümmetinin son üç asırdır yaşadığı sıkışmışlığı ve bunun dinimize, medeniyetimize, ümmetimize verdiği zararları, yıkımları göre göre daha ne kadar top gezdireceğiz?

YORUMLAR (7)
YORUM YAZ
UYARI: Hakaret, küfür, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. (!) işaretine tıklayarak yorumla ilgili şikayetinizi editöre bildirebilirsiniz.
7 Yorum